12 Aralık 2009 Cumartesi

SOSYAL AKBABA


SOSYAL AKBABA
Murat Cemal Yalçıntan
12 aileye sürekli gıda desteği...
15 hastaya ilaç ve tedavi desteği...
3 takım eşofman, 36-38-40 numara 3 ayakkabı, kilim, 3 battaniye, ayaklı lamba, iç çamaşırı, leğen, tava-tencere ve ufaklığa bir darbukadan oluşan evinden çıkarılmış bir aileye acil ihtiyaç desteği...
Yaşı reşide ermiş çokça insana nüfus kağıdı, evlenip bunu kağıda dökmemiş çokça çifte evllik cüzdanı, hiçbir sosyal güvencesi olmayanlara yeşil kart çıkarma işlemleri...
Yıkıntıların arasında dolaşan iri kıyım sıçanlardan, sağa sola savrulmuş çöplerden kaynaklanabilecek hastalıklara alınması gereken önlemler...
Büyük bir çoğunluğu İstanbul’un göbeğinde hastane görmemiş nüfusa sağlık taraması...
Ev sahibi ile anlaşma yapıldıktan sonra yıkılan evleri boşaltmak durumunda kalan kiracıların hali...
Yıkımlar sırasında yanlışlıkla yıkılan komşu ev ve dükkan duvarlarının tamiri...
Ebeveynsiz çocuklardan oluşan haneler...
Çocuksuz ve gelirsiz yaşlılardan oluşan haneler...
Kocası hapiste çocuklarını eylemeye çalışan kadınların haneleri...
Oyun çağında insanlık dışı şartlarda çalışmak zorunda kalan kız ve erkek çocuklar...
Sokak aralarında yıkılmış evlerin briketlerinden inadına kale yapan ve top tepiştiren çocuklar...
Neredeyse yarısı müzisyen ve dansçı olan ama her nedense yarısından çoğu işsiz kalmış bir nüfus...
Vatandaşı olduğu devletin yasalarında, parçası olduğu toplumun gözünde sürekli ayrımcılığa uğramış bir topluluk; kültür...
...
Ne demişti sayın başbakan! Dünyanın en sosyal projesi miydi Sulukule’de geliştirilen? Yukarıdaki manzaranın yarısından proje öncesi uygulanan ayrımcı politikalar sorumluysa, yarısından o “en sosyal proje” sorumludur!
Ne demişti sayın başbakan! Mahalleye gitmeden palavra üretenler mi? Yukarıda yazılan ve yukarıya sığmayacak kadar çok sayıdaki sorunların her biri mahalleden çıkmayan, kendi bebesinin önüne mahallenin bebelerini koyan sivil gönüllülerce tespit edilmiştir! Birgün mahalleye gitmek isterse sayın başbakan; kendisini o gönüllüler tek tek afet koşullarında yaşayan ihtiyaç sahiplerine götürebilir!
...
“Sonra, evinden arda kalan yıkıntıların içinden bir taş parçası aldı çocuk ve evin tam karşısına tünemiş, ayrılmasını bekleyen akbabaya fırlattı!”
...
Devlet, bu coğrafyanın yoksullarıyla ne zaman barışacak?
* Birgün kent sayfasında yayınlanmıştır.


2009 Yerel Seçim Sonuçlarını Okumak

2009 Yerel Seçim Sonuçlarını Okumak*

Murat Cemal Yalçıntan
muratcy@msu.edu.tr

Seçim sürecinden arda kalan ilginç saptama ve sorularım var…
1. Türkiye seçim haritası çok net sonuçlar veriyor. CHP kıyı kentleri dışında başarılı olamazken, AKP kıyılara indikçe etkinliğini yitiriyor. Görece kalkınmış batı Anadolu ve Trakya tercihini genelde CHP’den yana kullanırken, görece geri kalmış bölgelerin tercihi, güneydoğu dışında AKP ve MHP. DTP, bölgesinin kesin hakimi. Kafası en karışık bölge ise Karadeniz... Bu argümanların her biri siyasal gerekçeleri açısıdan incelenmeye değerdir.
2. Krizin daha çok görece kalkınmış bölgeleri vurduğu düşüncesinden hareketle, sanayileşmiş batı Anadolu’da artan CHP hakimiyeti ve bu bölgede, diğer bölgelerin aksine, AKP’nin kazandığı kentlerde bile kan kaybetmesi seçim sonuçlarının kriz ile ilişkilendirilebileceğine işaret eder.
3. Öyle olmasını isteyen bir kesimin ısrarla vurgulamaya çalıştığının aksine, AKP bu seçimlerden hiç de başarısız çıkmamıştır. AKP geleneği, giderek merkeze yönelerek de olsa, İstanbul, Ankara gibi büyükşehirleri 1994’den beri yönetmektedir. Kazanılan bu seçimler 4. dönem anlamına gelir ve iktidar partilerinin yıpranmasının genel bir kabul olduğu düşünülünce dört dönem üst üste zor ve karmaşık metropolleri yönetme hakkını elde etmek küçümsenecek bir başarı değildir. Bu gelenekten önce ve darbe sonrası dönemde İstanbul’u yöneten ANAP ve SHP’nin yönetim dönemlerinin bir ile sınırlı kaldığı unutulmamalıdır.
4. Türkiye seçim haritası ve sonuçları, AKP seçmenin gözünde merkez bir parti haline gelmiş midir sorusunun yanıtını da vermektedir. Batı Anadolu seçim sonuçları incelendiğinde, 2004 seçimlerine katılmış ANAP ve Genç Parti gibi bugün eriyen merkez sağ partilerin seçmen tercihinin AKP değil CHP olduğu, DP oylarının ise sabit kaldığı görülüyor. Dolayısıyla AKP, batıda merkez sağ parti kimliğini hala kabul ettirememiştir. Bu eğilimin aksine, AKP, batı Anadolu dışında kalan bölgelerde MHP ile birlikte merkez sağın neredeyse bütün oylarını toplayabilmektedir. Bu yönüyle geçmişte ANAP ile DYP için yapılan kent partisi, taşra partisi ayrımı yeniden üretilebilir ve AKP, DYP’nin koltuğuna yakıştırılabilir. AKP’nin metropoliten kentlerin göçle oluşmuş bölümlerinden aldığı geleneksel destek de bu argümanı güçlendirir. Bu çözümleme AKP’nin önüne iki tercih koyar: ya kendisini olması gerektiği gibi DP-AP-DYP geleneğinin devamı şeklinde muhafazakar bir taşra partisi olarak konumlandırır ve bundan sonra daha mütevazi başarılarla yetinir ya da ANAP’ın yaptığı gibi muhafazakarlığın yanına liberal demokratlığı yedirme ısrarını sürdürerek komik durumlara düşmeyi sürdürür ve çözülme sürecini hızlandırır. Siyasete tüccar mantığı ile yaklaşan, “hizmet verdik oy alalım” zihniyetindeki bir siyasal partinin kendi alanını tespit edip oraya çekilmesi, bu ülke için olacağı kadar kendisi için de hayırlı olur!
5. “CHP ödünç verdiği oyları topladı ve başarılı oldu” yorumu çok iyimser. CHP’nin batı Anadolu ve Karadeniz dışında bırakınız ödünç verecek oyu, neredeyse oyu bile bulunmamaktadır. DTP’ye bölge partisi demekte beis görmeyen CHP’nin, şapkayı önüne koyup düşünmesi gerekir. Diğer yandan batıda artan oy oranı da bu kadar baskıcı ve emekçiye sırtını dönmüş bir dönemin ardından, hem de ekonomik krizin eşiğinden geçerken, hiç de olması beklenecek bir sıçramaya karşılık gelmez. Dolayısıyla CHP başarılı ilan edilemez. Batı Anadolu’da artan CHP oylarını, seçmenlerin AKP ile CHP arasında kutuplaşması ve seçime katılım oranının artması üzerinden yorumlamak CHP için daha gerçekçi olacaktır. Seyrek de olsa örgütün ve adayın seçmenle kurduğu ilişki biçimi üzerinden elde edilen başarılar genellenerek yorumlanırsa, gelecek seçimler CHP için yeniden hüsran olur, çünkü CHP ödünç oylarını geri almamış, aksine merkez sağdan ödünç oy almıştır. Bu oyları tutmak ve arttırmak için ciddi bir seçmen memnuniyeti yaratmak zorunludur. Kılıçdaroğlu için yapılan Gandhi benzetmesi komik, Ecevit benzetmesi için ise çok erkendir. Tekin’in örgütle mucizeler yarattığı söylemi de henüz bir şehir efsanesinden öteye gidemez; önümüzdeki 5 yılda kanıtlanması gerekir. Baykal’ın kolay kolay bu ikilinin önünü açmayacağı gerçeği de öylece dururken, “CHP beklenen açılımı ve sıçramayı yaptı” söylemi dayanaksızdır.
6. İstanbul üzerinden yapılabilecek bir değerlendirme ile seçmenin tercihinde belirleyici olan etkenleri tartışmak mümkün. Daha eski kentli, iş sorunu olmayan ve eğitimli kesimin AKP karşıtı bir tavır içerisinde Kadıköy, Beşiktaş, Şişli ve Bakırköy gibi kaleleri geçilmez hale getirdikleri görülüyor. Temel ihtiyaçların neredeyse tamamen karşılanmış olduğu, gecekondulaşmaya bağlı imar ve mülkiyet sorunlarının neredeyse kalmadığı bu ilçelerde hizmet beklentisi seçmen davranışında belirleyici değil. Bu grubun tam aksi istikamette kutuplaşmış ikinci bir gruptan da söz etmek mümkün. Cemaatlerin etkin rol oynadığı bu ilçelerde AKP, Saadet Partisinin özüne döndüğü izlenimi veren önemli gayretlerine rağmen başarısını sürdürüyor. Sultanbeyli, Bağcılar, Fatih, Eyüp, Üsküdar bu grubun öne çıkan ilçeleri.
Büyümesini gecekondulaşma üzerinden sürdürmüş ilçelerin gündeminde kentsel hizmetler de var: K.Çekmece, Ümraniye, Bağcılar, Bahçelievler, Gaziosmanpaşa, Bayrampaşa, Beykoz gibi ilçelerde çamurlu yollardan parke taşa geçiş, şebeke suyu, aydınlatma elemanı gibi temel hizmetler halen seçmen davranışında etkili. Son 2-3 dönemde bunları kendilerine sağlayan AKP geleneğinin bu ilçeleri yeniden kazanması bu argümanı destekliyor. Yine bu grubun özelliklerini sergileyen ama bu seçim döneminde CHP tarafından yönetilecek olan Kartal, Maltepe ve Sarıyer’in ise kendi belirlediği bir gündemi var: Kentsel dönüşüm. Bu ilçelerin çeşitli mahallelerinde 5 yıllık belediye dönemi boyunca sürdürülen kentsel dönüşüm faaliyetleri kanımca AKP’nin bu ilçeleri kaybetmesinde açıklayıcıdır. Kentsel dönüşüme konu olan mahalleler kentsel dönüşümü seçim sürecinin en önemli bileşeni haline getirmiş, adayların tamamını kentsel dönüşüm üzerine düşünmeye zorlamıştır. Konunun gündemde kalması, doğal olarak dönüşümün uygulayıcısı AKP’ye zarar vermiş ve seçmen de tercihini AKP’nin alternatifi konumundaki CHP’den yana kullanmıştır. Bu noktada başarı CHP’nin değildir ve “CHP’nin kazanması bu mahallelerin kurtuluşu anlamına gelir” kolaycılığına düşmemek gerekir. Asıl vurgulanması gereken, dönüşüm mahallelerinde yerel aktörlerin taahhütnameler, toplantılar, mitingler ve çeşitli eylemliliklerle siyasal partiler üzerinde baskı oluşturarak seçimin gündemini değiştirmeyi başarmış olmalarıdır.
Kadir Topbaş’ın seçim sonrası yaptığı konuşma bu yönden ilgi çekicidir: Topbaş konuşmasında yeni döneme dair tek bir vaatte bulunmuştur: “Daha katılımcı ve şeffaf bir yönetim…” Kartal, Maltepe ve Sarıyer’in verdiği tepki, AKP ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi kurmayları tarafından yorumlandığında bu vaadin desteği haline gelecektir. Merkezi yenileme alanları için olmasa da, gecekondu bölgelerindeki kentsel dönüşüm uygulamaları için daha yumuşak bir döneme geçtiğimizi şimdiden müjdeleyebilirim. Umarım siyaset alanı üzerinde baskı oluşturup gündem belirleyen bu kamusal alanlar sürekli olur ve giderek çoğalır…

* Birgün Kent sayfasında yayınlanmıştır.

ÜÇÜNCÜ KÖPRÜYÜ YENİDEN OLUŞTURACAĞIMIZ AGORALARDA TARTIŞMALIYIZ!

ÜÇÜNCÜ KÖPRÜYÜ YENİDEN OLUŞTURACAĞIMIZ AGORALARDA TARTIŞMALIYIZ!*

Doç. Dr. Murat Cemal YALÇINTAN
Mimar Sinan Güzel Sanatlar üniversitesi
muratcy@msu.edu.tr

Üçüncü köprü tartışmaları ikinci köprü yapıldığı gün başlamıştı. 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında Koç Üniversitesinin yer seçimi ve bu seçimin meşrulaştırılması üzerinden yerel siyaseti okumaya çalıştığım doktora çalışmam süresince İstanbul’un kuzeyine yapılan yatırımların üçüncü köprü söylentileri ile çok güçlü bir şekilde ilişkilendiğini tespit etmiştim (Yalçıntan, 2005). Bir yandan da ne zaman köprü tartışması alevlense açığa çıkan bir gerçek var: Konu ile ilişkili hiçbir uzman bugüne kadar karayolu köprü geçişlerini desteklemedi, hiçbir bilimsel ve mesleki çalışma bunun faydalarına dair bir bulguya rastlamadı! Zaten üçüncü köprünün toplam trafik içinde yalnızca %3’lük bir dilime karşılık gelen transit trafik için düşünüldüğü defalarca beyan edildi ama bunun İstanbul trafiğine nasıl bir rahatlama sağlayacağı ve kuzey ormanları ve su havzalarındaki yok oluşu hızlandırmaya değip değmeyeceği gündeme bile alınmadı!
Net bir şekilde söylemek gerekir ki, üçüncü köprü siyasetçilerin ve sermayenin projesidir ve kentin yaşayanlarının ihtiyaçları ile ilişkisizdir. Dolayısıyla tartışmanın teknik ve mesleki tarafı sonuçsuz bir gayret olarak kalmaya mahkûmdur; üçüncü köprü siyaset üzerinden tartışılmalıdır…

Mekânın Kontrolü Üzerinden Kentleşme ve Kent Hakkı Kavramı

Lefebvre 1968 yılında ilk kez kent hakkından bahsederken, kavramı bütün kent ve kentleşme süreçlerini belirleme/kontrol etme hakkı olarak tanımlamıştı. Henüz küreselleşmenin lafının edilmediği bir dönemde kentleşmenin sanayileşme süreçlerinden koptuğunu ve kapitalist kentin dünya üzerinde tam kentleşmeye doğru yol aldığını, bunu da devlet ve sermayenin kentsel mekânı kontrol etmesi üzerinden sürdürdüğünü/sürdüreceğini anlatıyordu. Yunan kentlerinde agora etrafında örgütlenen ve pazaryerinin kent merkezine girişini engelleyen politik kentin zaman içerisinde Avrupa kökenli pazaryeri etrafında örgütlenen kente yenik düştüğünü aktarıyor, kent hakkını yeniden politik kente dönüşle de ilişkilendirerek kentsel mekânı belirleyen güç ilişkilerini yeniden yapılandırarak kontrolün devlet ve sermayeden kent insanına geçişi olarak tarif ediyordu. Kentsel karar mekanizmalarının yeniden yapılanması ile bütün kent yaşayanları kentsel siyaset içerisinde yerini alacak ve yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olacaklardı. Lefebvre, kent hakkını gündelik hayatla da ilişkilendirerek, anların ve yerlerin eksiksiz kullanımını sağlamak üzere kentsel yaşama, yenilenmiş bir merkeziliğe, karşılaşma ve değiş tokuş mekânlarına, yaşam ritimleri ve zaman kullanımlarına erişim ve bunları yaşayanların isteğine göre değiştirme hakkı olarak açıklıyordu. Kentlerde yaşayan ve çeşitli farklılıklar barındıran bütün insanları ama özellikle tehdit altındaki grupları hedeflemesi de demokrasinin çoğunluğun diktasına dönüşme potansiyelinin önüne geçme gayretiydi.
Lefebvre’in bu görüşleri 1970’ler boyunca tartışıldı, çeşitli eleştiriler aldı ama hiçbir zaman gündemden düşmedi. Özellikle 2000’li yıllar Lefebvre’in kentlerin kontrolü üzerinden süren tam kentleşme hipotezinin küreselleşmenin de devreye girmesiyle hızlandığı yıllar oldu. Türkiye de örnek aldığı batı ülkelerinin %90’ların üzerine çıkmış kentleşme oranlarına doğru hızla ve çokça sağlıksız ve dengesiz bir şekilde koşuyor. İstanbul bu sürecin hep baş tacı oldu ve 1990’lardan başlayarak ama 2000’lerde olgunlaşarak kentsel arazi üzerinden kapitalizmi yeniden üreten tam kapitalist bir kent haline geldi. Metropoliten projeler, yenileme ve dönüşüm projeleri, büyük altyapı yatırımları derken nihayet İstanbul’da gerçekleşmekte olan kapitalist kentin en büyük açılımı sayabileceğimiz üçüncü köprü projesi kararı alındı ve Ulaştırma Bakanının tabiriyle düğmeye basıldı! İstanbul’da kentleşmenin yönü bir kez daha sermaye ve siyaset ikilisi tarafından belirlendi. Bu kez bir önemli farkla; mesleki ve teknik bir gözle incelendiğinde bu proje İstanbul’un geleceğini yok sayan/eden öncekilerle kıyaslanamayacak kadar yıkıcı bir proje!

Kent Hakkı Kavramı Üzerinden Birlikte Muhalefet

Diğer yandan, süreç içerisinde dünyada, Türkiye’de ve İstanbul’da bu kapitalist sürece karşı çıkışlar da gelişti ve kent yeniden politik bir alan olarak tanımlanmaya başlandı. Politik kentin giderek kendine geldiği ve devletin ve sermayenin kontrolüne karşı çıkışların güçlendiği yıllarla birlikte kent hakkı kavramı da yeniden tartışılır oldu. David Harvey’in [2008] bu bağlamdaki son makalesi yerel siyasetin geleceği açısından yeni açılımlar sağlıyor. Harvey’e göre kent ve kentleşme süreçleri artı değer kullanımının ana kanallarından birisi haline gelmişse, kent hakkı, bu artı değerin kullanımı üzerinde demokratik bir yönetim kurmak anlamına gelir. Kent hakkı, kentsel kaynaklara erişime yönelik bireysel özgürlüklerin çok ötesinde kenti değiştirmek suretiyle kendimizi değiştirme / kendi geleceğimizi belirleme hakkıdır. Harvey, bu hakkın bireysel değil ortak bir hak olduğunun altını çizer ve en kıymetli ama en çok ihmal edilen insan hakkı olduğunu ilan eder.
Bu kuramsal çerçeveden düşünüldüğünde kent hakkını elde ederek yanıtlayabileceğimiz çok sayıda soru olduğu ortaya çıkar: Nasıl bir kent istiyoruz? Bu kentin içerisinde nasıl bir yaşam biçimini ve ne tür sosyal bağları tercih ediyoruz? Doğa-kent-insan ilişkisi nasıl kurulmalıdır? Hangi teknolojiler ve hangi estetik kente hâkim olmalıdır?
Çevremizde olagelene müdahalesizliğimiz düşünüldüğünde çok da keyifli değil mi bu soruların yanıtlarında karar verici konumda olmak ve olageleni kontrol edebilmek… Kent hakkına sahip olsak ve İstanbul’un yaşayanları olarak doğru bir bilgilendirme sürecinden geçsek, bize faydası çok sınırlı olmasına rağmen çokça kaynağa mal olacak ve belirli grupların kapattığı araziler üzerinden yeniden zenginleşmelerini sağlayacak üçüncü köprüye onay verir miydik?
Harvey’e göre kent hakkı bugün küçük bir siyasal ve ekonomik elit grubun elindedir ve geri kazanılması gerekir. Bu geri kazanma sürecinde kent hakkı kavramı üzerinden birlikte muhalefet olasılığını tartışır. Kentleşme süreçlerinde artı değer üretimi ve kullanımı üzerine odaklanan ve bunun kimler tarafından yönetileceğini sorgulayan kent hakkı kavramını, geniş bir toplumsal hareketin inşası için kent hakkının demokratikleşmesini sağlamak, kentsel mekânı almak ve yeniden üretmek, kamusal alanları yeniden kazanmak / korumak üzere çalışan bir slogan ve politik bir ideal olarak tanımlar .

Yeniden Agora, Yeniden Politik Kent

Bu kentin bir geleceği olsun istiyorsak; bu kentin geleceğini kendi kontrolümüzde tutmak istiyorsak, istemimiz ve ihtiyaçlarımız dışında alınan kararların cebimizden çıkan vergilerle uygulanmasıyla çeşitli spekülatif kazançlara neden olmasını istemiyorsak, bir araya gelme zamanıdır. Kent hakkını çeşitli vesilelerle dile getirip peşi sıra çalışmalar yürüten kentsel muhalefetin içinde yer alan formel ve enformel grupların bu aşamada birbirini beğenmeme lüksü yoktur; panellerde tartışarak çözülebilecek bir sorun/rant değildir söz konusu olan. İnsanları harekete geçirmek, çok büyük agoralar oluşturmak ve oluşturduğumuz agoralarda kitlesel politik eylemler gerçekleştirmek zorundayız. Kenti, piyasanın ve hâkim ideolojinin totaliterliğinden kurtarmak ve politik kenti yeniden ve daha güçlü kurmak zamandır…

KAYNAKÇA
Harvey, D. (2008) “The Right to the City”, New Left Review, 53.
Lefebvre H. (1968) Le droit à la ville. Anthopos, Paris.
Yalçıntan, M. C. (2005) Globalisation, politics and planning decisions: A case study of Koc University in Istanbul, PhD Thesis, London School of Economics, London, UK.

* Yeni Mimar Dergisinde yayınlanmıştır.

Kentsel Dönüşümü ve Kentsel Muhalefeti Kent Hakkı Üzerinden Düşünmek

Murat Cemal Yalçıntan & Erbatur Çavuşoğlu

Giriş

Son yıllarda özellikle metropoliten kentlerimizde alışık olmadığımız yoğunluk ve büyüklükte kentsel müdahaleler izleniyor . Bu müdahaleler arasında dönüşüm ve yenileme adı altında geliştirilen projeler çeşitli semtleri tarihlerinden ve yaşayanlarından koparan uygulama yöntemleriyle çokça tartışılır hale geldi. Genelde bu projelerin kentleri çevreleyen gecekondu mahallelerinde, merkezde yer alan ve çöküntü alanları olarak adlandırılan yoksul mahallelerinde ve sanayiden arındırılan/arındırılmak istenen bölgelerde geliştirildiğini gözlüyoruz.
İstanbul’un küreselleşme hedefleriyle de doğrudan ilişkilendirilebilecek dönüşüm ve yenileme projelerine, işlev değişikliği, deprem, yoksulluk, suç, bakımsız ve çirkin fiziki yapı gibi gerekçeler öne sürülüyor. Ancak bütün projelerin ortaklaştığı bir konu var ki kentin yoksulları, işsizleri ve düşük ücretli çalışanları bu projelerin bir sonucu olarak çaresizlik ve seçeneksizlik içinde kent dışına ya da marjinalliğe itiliyorlar. Bu sonuç, bazı bölgeler için hakiki bir ihtiyaç olan dönüşüm ve yenileme süreçlerinin, adaletsiz, kutuplaştırıcı, rant amaçlı gibi sıfatlarla anılmasına neden oluyor. Söz konusu projelerin yoksulluk, işsizlik ve suç gibi toplumsal ve iktisadi sorunları göz ardı ederek fiziki iyileştirme/süperleştirme hedefine odaklanması eleştirileri daha da arttırıyor. Düşük ücretli kesimlerin taşındığı TOKİ konutlarının yer seçimlerine, dayanıklılığına, kalitesine, taşınan kesimlerin sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkilerine uygunluğuna yönelik ciddi eleştiriler ve genel başarısızlık hali, çözüm olarak sunulanın da yeterli olmadığını, rakamsal büyümeye yönelik bir sosyal konut üretim sürecinin eksikliklerini gözler önüne seriyor.
Yaşanan sürecin hissettirdiği, merkezi ve yerel yönetim eliyle uzun vadeli bir projenin hayata geçirildiği, kente yakışmadıkları suçlamasıyla dışlanan grupların kent dışına itildiği ve boşalttıkları mekânların sermayeye teslim edildiğidir.

Kentsel Dönüşümün İstanbul Tezahürü

Sürekli yenilenme ve ilerleme insanlık tarihine içkin bir durum. Özellikle kapitalist kent içerisinde kenti kent yapan faktörler üzerinde yaşanan değişme süreçleri kapitalizmin yeniden üretimi için kaçınılmaz sayılır. Bu süreç planlı-projeli olabileceği gibi kendiliğinden bir süreç olarak da gelişebilir. Bu geniş anlamı içerisinde düşünüldüğünde, kentsel dönüşüm kentte değişime karşılık gelen her şeydir! Planlama literatüründe daha programlı bir değişim sürecine yönelik müdahaleleri içerir. Kısaca, çeşitli sebeplerle arazi kullanımlarda yaşanan değişme ihtiyaçlarına yönelik geliştirilen ve yalnızca fiziki planları değil mekânın içinde yaşayanları ya da mekânı kullananları da hedefleyen planlı, programlı bir değişim sürecine karşılık gelir. Çoğu zaman kapitalizmin, zaman zaman da hâkim ideolojinin ihtiyaçları çerçevesinde açıklanır.
İstanbul’da kentsel dönüşümün tezahürü bu açıklamalarla öncelikle özne sorunu nedeniyle uyuşmaz. Kentsel dönüşüm uygulamalarının yaşayanlara hizmet etmekten ziyade yeni kullanıcıları/yaşayanları, yani soylulaştırmayı hedefliyor olmaları tartışmayı şiddetlendirir. Soylulaştırma, mevcut sistemin ve ranta dayalı iktisadi büyümenin mantığına uygun olarak kolaylıkla fiziki yenileme ile ulaşılabilir bir hedef olduğundan, sosyo-ekonomik dönüşümü öteleyen ve değerlendirme dışı bırakan uygulamalar sıklaşır. Bu çerçevede “insan için kent” sloganından beslenen ve “kent hakkı” kavramı ile desteklenen, “kent öncelikle yaşayanları içindir” argümanı üzerinden yeni bir tartışma alanı açılır.
Kentsel dönüşümün itici faktörleri düşünüldüğünde net bir şekilde ortaya çıkan egemen ideolojinin tahakkümüdür. Bu anlamda, kentsel arazi kullanımında, kullanıcıda ve kamusal alan yaklaşımında değişim, planlamanın katı kurgusunu kırma isteği, spekülasyon ve rant amacı bütün uygulamalarda net bir şekilde okunur.
İstanbul’da kentsel dönüşüm dört farklı şekilde gerçekleşmektedir:
 Kendiliğinden dönüşüm: Yap-sata dayalı bu süreç kurumsal inşaat sektörünün büyümesi ile giderek azalmakta olsa da hala hakim dönüşüm biçimi olarak devam etmektedir. Noktasal yatırımlara karşılık gelir, fiziki ve sosyal yapıda radikal dönüşümlere neden olmaz. Uzun yıllar boyunca özellikle metropoliten kent ekonomilerinin önemli büyüme dinamiklerinden birisi olduğu gibi kente göç etmiş kesimlerin sosyal mobilitesinde de önemli roller üstlenmiştir.
 Büyük metropoliten projeler: İstanbul’un küresel yarış içerisindeki rekabet gücünü arttırmak üzere 1980’lerin ortalarından itibaren geliştirilen bu projeler etki alanlarının büyüklüğüne göre değişmekle birlikte kendilerini çevreleyen bölgenin dönüşümünde de tetikleyici rol oynarlar: Olimpiyat Parkı, Formüla 1, Sabiha Gökçen havalimanı, metro ve diğer ulaşım yatırımları ile büyük alışveriş merkezleri bunların İstanbul’daki en önemli örnekleri olarak sıralanabilir. Bu projelerin tamamı belirli bir tüketim ve yaşama biçimine karşılık gelmektedir ve ayak uyduramayanları dışarıda bırakmaktan imtina etmezler.
 Planlı dönüşüm: Nazım ve uygulama imar planları ve tadilat planları ile getirilen yeni işlev ve yoğunluk kararları üzerinden yaşanan dönüşümler aslında uzun süredir adına dönüşüm demeksizin yaşağıdığımız önemli dönüşüm süreçlerine karşılık gelirler. Örneğin, Beykoz sırtlarında Kavacık’la ilişki içerisindeki bölgelerde 1/5000 nazım imar planları ve 1/1000 uygulama imar planları ile ciddi bir dönüşüm süreci yaşanmaktadır. Yine Sarıyer’de parça parça hazırlanan planlarla Maslak’taki merkezi iş alanı (MİA) ile bağlantılı olarak İstinye Park tipi yatırımlar, lüks konut siteleri vs. yaratılmış, dahası bunlar için güçlü ulaşım bağlantıları oluşturulmuştur. Hazırlanan planlarla, İstanbul genelinde, çok uzun yıllardır sanayi faaliyeti sürdüren tesisler bir anda ticaret ve hizmet sektörüne kaydırılmakta, yer değiştirmesi ya da kapanması öngörülen tesislere ve bu tesislerin çalışanlarına hiçbir yönlendirme ve destek yapılmamaktadır. Tabi bu kategorinin en önemli sonucu Maslak aksı olarak okunmalıdır. Hiçbir büyük ölçekli planda işaret edilmeyen Maslak aksında yüksek yoğunluklu bir MİA, tamamen bu alt ölçek ve tadilat planları marifeti ile gerçekleşmiş durumdadır. Üçüncü köprü bile bu şekilde getirilmekte olan bir yatırımdır. İstanbul’da planlı dönüşüm, adından anlaşılanın aksine, genelde gizli bir gündemin gerçekleştirilmesinde önemli roller oynamıştır, oynamaya devam etmektedir.
 Dönüşüm projeleri: Nihayet adına doğrudan dönüşüm ya da yenileme denilerek sürdürülen, ancak genelde sahte gerekçeler ve kapalı süreçler üzerinden şekillendiğinden gizli gündemlerden kaçamayan ve çokça tartışmalı süreçlerin ardından pek uygulanma şansı da bulamayan projeler var. Örneğin, Kartal üst ölçekli planda İstanbul’un ikincil merkezlerinden birisi olarak düşünülmektedir. Sipariş üzerine Zaha Hadid tarafından bir helikopter gezisinin ardından projelendirilmiş ve bu projeye uygun bir plan hazırlanmıştır. Kurgulandığında çevredeki sanayi tesisleri, düşük kalitedeki mevcut yapı stoğu ile çoğu düşük gelirli emekçilerden oluşan insan profilinin tasfiye edilmesi gerekecektir –ki süreç Kartal’ın ikincil merkez olarak ilan edilmesini takiben zaten kendiliğinden bu yönde çalışmaya başlamıştır. Diğer yandan, Sulukule, Tarlabaşı gibi uygulamalar, kentin merkezindeki en yoksul mahallelerinin soylulaştırılması, sıhhileştirilmesi, suçtan arındırılması ve merkezi kentsel topraklardan maksimum değişim değeri elde edilmesi gibi motivasyonlarla sürdürülmektedir. Genelde bu projelerde mekânın yaşam kalitesinin düşüklüğü gibi bir meşruiyet zemini üzerinden hareket edilerek, burada yaşayanların tek tek ikna ve baskı yöntemleriyle başka yere gitmesi ya da TOKİ’nin kent dışında inşa ettiği ucuz toplu konutlardan konut satın alması sağlanıyor. Sonraki aşamada da, boşaltılan bölgede, iktidara yakın bir inşaat şirketi ya da TOKİ eliyle orta ve üst gelir grubuna hitap eden konutlar üretiliyor, alışveriş merkezleri, oteller yapılıyor.

Kentsel Muhalefet

Gündemdeki kentsel dönüşüm projeleri düşünüldüğünde insan merkezli bir kentsel dönüşüm yaklaşımını oluşturmanın önünde ciddi sorun alanları var. Bunlar arasında öncelikle, bütünsellikten yoksunluk, özgünlük/yerellik eksikliği, kalkış noktasında ve çözümlemelerde fiziki düzenleme vurgusu, kamu / toplum / kullanıcı yararı / kullanım değeri muğlaklığı, genelde göstermelik katılım süreçleri , şeffaf ve hesap verebilir idare yokluğu, rantı düzenleyici ve mülkiyeti sınırlandırıcı araçların eksikliği sıralanabilir .
Egemenlerin bu sorun alanlarıyla mücadele etmesi beklenemez; neticede bu sorunların varlığı onların varlık nedeni ya da varlıklarını güçlendirme alanıdır. Egemenlere hizmet etmek durumunda kalmış planlama ve mimarlık disiplinlerinden de böylesi bir çıkış ummak gerçekçi değil. Dolayısıyla yerel siyaset içerisinde egemen olmayan ve egemenlere hizmet etmeyen kesimler arasından bir muhalefetin örgütlenmesi beklenir. Bu çerçevede düşünülebilecek, dünyada ve İstanbul’da örnekleri giderek artan ve güçlenen örgütlenme ve karşı durma biçimleri insan merkezli bir kentsel dönüşüm tahayyülünün mihenk taşları olarak düşünülmelidir. Bu yapılar yerel siyasetin kayıtsız kalamayacağı bir güç haline gelmektedir ve yakın zamanda kentsel dönüşüm süreçlerinde daha çok söz sahibi olacakları beklenebilir.
Yerel siyasetin bu yeni ya da yeniden güçlenen yapıları çok farklı örgütlenmelere/örgütlülük biçimlerine karşılık gelebiliyor ama “neden kentsel muhalefetin içindeyiz” sorusuna verdikleri yanıtta genelde birleşiyor. Kendini son dönem kent politikaları ve uygulamalarına muhalif olarak tanımlayan hemen herkes karşı çıkışlarını yaratılan adaletsizliklere, eşitsizliklere, mağduriyetlere, kamu yararı eksikliğine, gayrimeşru çıkar ilişkilerine vs. bağlıyorlar. Bu çerçevede bu olumsuzluklara neden olan etkenlere yönelik farklılıklar içeren ve zaman zaman aralarında anlaşmazlıklar yaratan söylemlerini ve yöntemlerini hafifçe gözden geçirerek olumsuzluklar üzerinden anlaşmak ve biraradalığa yönelik bir adım atmak mümkün ve çok da zor değil. Biraradalık, çünkü bu yapılar tek tek bakıldığında kentsel muhalefet açısından çeşitli yetersizlikler ve güçsüzlükler içerisindeler ve ancak birarada durma hali bu sorunları aşıp insan merkezli bir gelecek tahayyülünü yerel siyasetin belirleyicisi haline getirebilir. Doğrudan ya da dolaylı olarak kentsel dönüşüme muhalefet eden oluşumlar çoğaldıkça, bunların eylemlerinin de kamuoyunda farkındalık yaratarak yerel siyasete, karar alma süreçlerine etki etmesi ve özelinde kentsel dönüşüme yönelik tartışmaları açığa çıkarması beklenir.
Günümüz itibariyle kentsel muhalefet yapıları ve muhalefetin odakları arasında meslek odaları, sendikalar, sivil toplum kuruluşları (STK’lar), politik örgütlü gruplar, sivil inisiyatifler, mahalle örgütlenmeleri, şemsiye organizasyonlar, üniversiteler, medya ve küresel sivil oluşumlar sayılabilir. Bunların bir kısmı geleneksel, bir kısmı yeni yapılardır. Diğer yandan, bir kısmı kentsel dönüşüme topyekun bir karşı çıkış içerisindeyken, bir kısmında karşı çıkış kişilere ya da gruplara bağlı olarak gerçekleşmektedir. Bu çerçevede öncelikle mevcut kentsel muhalefet yapılarını tek tek, ama birarada durarak güçlenme olasılıklarını da tartışarak, değerlendirmek gerekir.

Meslek Odaları

1980’lerin sonlarından itibaren özellikle hukuki süreçler üzerinden kentsel muhalefete başlayan meslek odaları, hala aynı kararlılıkla ve zaman zaman mesleki ve meslek insanına yönelik kaygılardan oluşan iç çelişkileri de bünyelerinde taşıyarak mücadelelerini sürdürüyorlar. Bu süreçte özellikle Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odasının etkinlikleri tartışılmaz.
Sermaye odaklı kentsel müdahalelere hukuki itirazlar arasında çok sayıda kamu yararı merkezli dava dikkati çekiyor ve kentsel muhalefetin sembolü olarak Park Otel hala kullanılmayan bir yapı olarak Taksim’de duruyor. Muhalefet edilen kentsel müdahaleleri yanlış ilan eden çok sayıda basın açıklaması yapılarak mesleki anlamda yapılan yanlışların sürekli altı çiziliyor. Kentsel müdahaleleri tasarlayan yerel ve merkezi yöneticiler ve sermaye grupları ile yüz yüze etkileşim ve münazara süreçleri yaşanabiliyor. Tabi, bu anlamda ciddi bir lobi faaliyeti sürdürülüyor.
Meslek odalarının bu karşı çıkışlarındaki motivasyonları arasında genel olarak neoliberalizm karşıtı duruşları , iyi uygulamaları hedefleyen mesleki kaygılar ve üyelerin bir kısmının “muhalefet edin” yönündeki baskıları sayılabilir. Tabi meslek odalarının kentsel muhalefet açısından değerlendirildiğinde karşı karşıya kaldıkları ciddi sorunlar da var. Sanırım öncelikle meslek odalarının kendi aralarında ve diğer muhalif yapılarla koordinasyon sorununun altını çizmek gerekir. Bunun nedenleri arasında çıkar çatışmaları kaynaklı geleneksel anlaşmazlıklar ve meslek şovenizmi sayılabilir. Meslek alanına yönelik tekrar eden vurguların kamuoyunun gözünde erozyonu , liderlik hırsı ve medyadaki tartışmalarda merkezde olma isteği yine ciddi sorunlar arasındadır. Meslek insanının piyasa ve siyaset karşısındaki sıkışmışlığı ile meslek etiği arasında kararsızlık meslek odası yönetimlerinde de ister istemez yansımasını bulur. Bu durum üyelerin bir kısmının muhalefete muhalif olması gibi bir sonuç doğurur ki seçime dayalı meslek odası siyaseti gereği bu kesim de tamamen göz ardı edilemez. Tabi insan gücü eksikliği, zaman ve para sıkıntıları olagelenin tamamına hakim olma ve karşı çıkılması gerekenlerin tamamına karşı çıkmanın önündeki ciddi engeller olarak vurgulanmalıdır.

Sendikalar

Sendikaların endüstri devrimi sonrasında başlamış mücadeleleri devam ediyor ama çok yıpratıldılar, güçten düşürüldüler, bölündüler, etkilerini kaybettiler. Yine de sistem içi yoksullukla (yani ucuz emek politikalarıyla) mücadelenin en güçlü sivil öznesi durumundalar ve daha iyi bir örgütlenme biçimi icat olunana kadar bu durum değişmeyecek gibi duruyor. Ancak mücadelenin ekseninin değiştiği de açık. Bu eksen üzerinden düşünüp, kendi özeleştirilerini yapmak ve yenilenmek sendikalar için acil bir gerekliliktir. Bu yenilenme içinde belki de en öncelikli konu üyelerinin yaşamlarına daha çok dokunma gereğidir ki bu da kentsel muhalefetin içinde daha çok bulunmak demektir. Genel olarak kapitalizm karşıtı yapılarının bu sürece dahil olmalarını kolaylaştırması beklenir. Ancak bugüne kadar sendikaların kentsel muhalefet içerisinde etkin bir rol aldıklarını söylemek mümkün değil.
Sendikaların bu sürece katılmalarının önündeki en büyük engel bugünkü yapıları içerisinde kentsel müdahalelere ve üyelerinin yaşamlarının kendisine dair meselelere ilgisizliktir. Sendikalar arasında ve sendika içerisindeki liderlik yarışları, diğer muhalif örgütlenmelerle koordinasyon sorunu ve çıkar çatışmaları kaynaklı geleneksel anlaşmazlıklar meslek odalarında da gözlenen sorunlardır. Bazı sendikaların muhalefete muhalif olması, başka bir deyişle iktidar ile yakın ilişkiler içerisinde olması ayrıca önemli bir engel olarak değerlendirilmelidir.

Sivil Toplum Kuruluşları

Osmanlı’nın vakıf deneyimini saymazsak sivil toplum Türkiye coğrafyası için yeni bir kavram. Bu konuda çalışmalar yürüten sivil toplum kuruluşlarımız da sayı ve güç olarak henüz çok yetersiz durumdalar. Özellikle 1996’da yapılan Habitat II çerçevesinde gündeme gelen ve yaşam dünyalarımızda giderek daha çok yer kaplamaya başlayan sivil toplum kuruluşları (STK’lar) arasında yer alan az sayıdaki kentle ilgili oluşum 1990’lar boyunca kentsel yönetişim içerisinde yer almaya çalıştıktan ve bu girişimlerinden sonuç alamadıktan sonra, 2000’lerde beklenmedik derecede güç ve prestij kaybettiler.
STK’ların kentsel muhalefet içerisinde yer alma motivasyonları içinde öncelikle sistem içi mücadele alanlarına ilişkin inanç ve iyileşme ümidi sayılmalı. Tabi, STK’ların ayakta kalmalarını sağlayan en önemli kaynak olduğundan bu yöndeki fonlara erişim de çok önemli. Ancak Türkiye coğrafyasında yerleşik ve gelenekselleşmiş bir aktör sayılmamaları, genellikle yardımseverlikle bağdaştırılmaları ve insanlar için görece yeni bir fikir/olgu olmalarından kaynaklı şüphecilik, sistem içi olmaları nedeniyle ideolojik, fonlar ve destekler nedeniyle mali olarak yönlendirilmiş/belirlenmiş hareketler olduklarına dair yaygın kanaat ve nihayet bunları toparlayarak altı çizilmesi gereken güven sorunu çoğulluğa dayalı yapıları itibariyle aşılamayacağını düşündüğümüz en ciddi sorunları. Gereksinimlerine karşılık veremeyen ve yeterince demokratik olmayan mevzuat yine ciddi bir sorun. Sıradan insana erişmede başarısızlık hem üye sayılarının düşüklüğü, hem Türkiye nüfusunun STK’lara üyelik oranı hem de sokaktaki gözlemler çerçevesinde genel bir sorun. Şemsiye organizasyonlara yönelik isteksizlik ve merkezde olma isteği de çoğu zaman birarada durarak aşılabilecek sorunların tek tek STK’ların önünde aşılmaz hale gelmelerine neden oluyor. Uğraş alanlarında faal diğer STK’lar ile rekabet, güçlenmelerini engelleyici bir diğer olumsuzluk.

Politik Örgütlü Gruplar

Özellikle gecekondu mahallelerinde, 1980 darbesinden önce varolan ya da daha sonra oluşan politik gruplar ve bu grupların kentsel muhalif süreçler içerisinde aldıkları tavır, belirleyici olabiliyor. Bu grupların bugün genel olarak izledikleri yöntem “kendi varolma/çoğalma mekanlarını” çoğunlukla fiziki mücadeleye ve barikata dayalı olarak savunmaktan ibaret. Tabi bunun ötesine geçerek mahallelerdeki yaşama dair politikalar üreten ve eylemlilikler içerisinde bulunan gruplar da var. Özellikle Dikmen, Sarıyer gibi bölgelerde Halk Evleri çerçevesinde kentsel müdahalelere yönelik ciddi ve uzun soluklu bir muhalefet de örgütlenmiş durumda.
Politik grupların en önemli motivasyonu doğal olarak ideolojik. Devrim, kurtarılmış bölge vb. kavramlar etrafında toplanmış, çoğu genç ve radikal gruplardan bahsediyoruz. “Kendi varolma/çoğalma mekanlarındaki” güçlerini ve meşruiyetlerini arttırmak/pekiştirmek, en azından varlıklarını sürdürmek istiyorlar. Genelde yıkımlara direnmek üzere barikat kurmakla sınırlı kalan kentsel konulara yönelik ilgilerini giderek arttırıyorlar. Öncelikli sorunları 1980 darbesi sonrası oluşmuş anti-demokratik ortamla ilgili. Siyasallaşmaktan ürkmüş bir toplumla karşı karşıyalar. Dahası, giderek daha çok tüketime endekslenen ve iktisadi ilişkilerin dışındaki zamanı sınırlanmış bir toplum yapısı oluşmuş durumda. Diğer yandan, faaliyet gösterdikleri alanlarda farklı ideolojilerin varlığı aynı düzlemdeki gücün parçalanmasına neden oluyor. Çeşitli nedenlerle fazlasıyla bölünmüş yapılar olmaları bu güçsüzlüğü kronikleştiriyor. Politik gruplar çoğu zaman kapalı örgütlenmeler ve öğrenmeye, değişime, etkileşime açık olmadıkları söylenebilir. Dolayısıyla kentsel muhalefet ile eklemlenmelerinin önündeki bir ciddi sorun da bu kapalılık olarak belirlenebilir. Barikat ile yoksulluk arasında sıkışmışlık olarak tabir edilebilecek bir diğer sendromdan da burada bahsedilmeli. Politik grupların gecekondu bölgelerinde varolma nedenleri biraz da bu bölgelerin yoksunlukları/yoksullukları ile ilgili ve sistem içi çözümlerle bu sorunların giderilmesi varoluşlarını tehlikeye düşürebilir. Bu durum, revizyonist sayılabilecek bütün çözümlere mesafeli yaklaşmalarına neden olur ki; ya yok olmalarının sebebi olacaktır ya da devrime kadar çözümsüzlük hakim kalacaktır.

Sivil İnisiyatifler

Son dönemde etkinliği giderek artan akademisyen, öğrenci, uzman ve sıradan vatandaşlardan oluşan sivil inisiyatifler sivil toplum ile politik gruplar arasında sayılabilecek, iki grubun da zayıf yönlerini kapatma gayretinde, bir yandan da kendi zayıflıklarını doğuran yeni oluşumlar. 2000’li yılların ikinci yarısı itibariyle giderek güçlenen, meşruluk kazanan ve geleneksel olanlara ilaveten yaratıcı muhalefet biçimleri geliştiren gönüllülük temelli yapılar. Sürekli ve her mücadelelerine olmamakla birlikte meslek odaları, STK’lar, siyasal partiler, radikal politik gruplar ve sendikalardan destek alabiliyorlar. Son dönemde öne çıkan oluşumlar arasında IMECE, Kentsiz, Sulukule Platformu ve Dayanışmacı Atölye ilk akla gelenler.
Motivasyonlarını genel olarak kentin meselelerine sahip çıkmak, akademik ve mesleki yanlış uygulamaları durdurmak, bu uygulamalardan mağdur olanlarla dayanışmak, ilerici süreçleri desteklemek, öğrenmek, paylaşmak ve değiştirmek olarak özetlemek mümkün. Şu ana kadar ki kısa geçmişlerinde yaşadıkları sorunları da meşruiyet, organize ve koordine olamamak, sürekli/istikrarlı olamamak, yalnızca akut sorunlara çözüm geliştirebilmek, deneyimsizlik, üst anlatının olmadığı ya da vurgulanmadığı bir ortamda yer yer eklektik ve tutarsız bir söylem kurmak, farklı sivil inisiyatifler arasında söylem ve yöntem tartışmalarının yarattığı şüpheler, mahalli örgütlenmelerle işbirliği sürecinde yaşanan sorunlar, zaman ve para sorunları olarak sıralanabilir.

Mahalli Örgütlenmeler

Sürecin en önemli özneleri olması gereken mahalle dernekleri vb. mahalli sivil örgütlülükler de sivil toplumun süreçte güçlenmesine katkıda bulunuyorlar. 2000’li yıllarda mahallelere yönelik müdahalelerin artmasıyla bu yönde ciddi bir hareketlenme yaşandığı ve sayılarının giderek arttığı gözleniyor. Bunlar çoğunlukla mahalle dernekleri ile muhtarlar etrafında gelişen güçlü yerel bağları olan örgütlülükler. Sivil inisiyatiflerle işbirliği içinde gelişiyorlar. Barikattan alternatif plana çeşitli mücadele yöntemleri geliştiriyorlar.
Yaşamın içinden hakiki motivasyonları var; soylulaştırma süreçlerini durdurmak ve hemen bütün ilişkilerinin mekanı olan mahallelerinde kalmak, gelecek garantisi olarak gördükleri konutlarından ayrılmamak istiyorlar. Bu tip örgütlenmeler özellikle 1970’li yıllarda batı ülkelerinde de çokça tartışılmış ve halen varlıklarını sürdürüyorlar. Sorunları dünyadaki benzer yapılarla hemen hemen aynı. Temsiliyet ve kapsayıcılık ciddi bir sorun; genellikle 3-5 kişi (ve bu 3-5 kişinin görüşleri/tercihleri) etrafında ve mahallenin genelini temsil etmeyen bir örgütlülükle sınırlı kalıyorlar. Bu sorunu aşıp daha kapsayıcı bir yapıya ulaşma gayretinde olanlar da bu yapının sürekliliğini sağlamada sıkıntılar yaşıyorlar. Bazıları ilerici olma yolunda olsa da çoğu tepkisel bir davranış biçimi içerisindeler ve ancak mahallelerine yönelik görünür bir tehdit söz konusu olduğunda harekete geçiyorlar, yanıbaşlarında duran ve süreklilik gösteren sorunlar yokmuş gibi davranıyorlar. En azından söylem oluşturma sürecinin belirli bir aşamasına kadar literatürde NIMBYSM (Not In My BackYard – Benim Arka Bahçemde Değil) olarak bilinen bir tavır içerisinde oluyorlar. Bu tavır kentin genel ya da diğer mahallelerinde yaşanan sorunlarına gözlerini kapatan ve sadece kendilerini doğrudan ilgilendiren sorunlarla ilgilenmeleri anlamına geliyor ki bu şekilde kentsel sorunların çözülemeyeceği bütün uzmanlar tarafından vurgulanıyor. Zaman zaman farklı mahalli örgütlenmeler arasında fikir ve çıkar çatışmaları yaşanabiliyor. Örneğin tapulu mahallelerin söze “biz gecekondu mahallesi değiliz” diyerek başlaması mahallelerin birlikte hareket etmesinin önünde önemli bir engel. Liderlik ve kamuoyunda görünürlük kendi aralarında sorunlara neden olabiliyor. Özellikle radikal politik grupların örgütlü olduğu gecekondu mahallelerinde bu grupların etkisi altına girilebiliyor ki bu durum temsiliyeti ve kapsayıcılığı oldukça düşürüyor. Tamamen gönüllülük üzerinden işleyen ve aidatın da yeterince toplanamadığı mahalle derneklerinde en büyük sorunlardan birisi de zamana ve paraya dair olan sorunlar.

Şemsiye Organizasyonlar

Son yıllarda gözlediğimiz bir diğer yeni muhalif yapı biçimi de şemsiye organizasyonlar. Bunlar, birden çok örgütlenmenin sürekli bir hedef ya da akut bir sorunun çözümü için bir araya geldikleri, geleneksel ve yaratıcı muhalefet biçimleri sergileyen oluşumlar. Bunlar içinde sürekli var olmayı hedefleyenler de var. Örneğin, büyük ümitlerle kurulan ancak işleyişini bir türlü etkinleştiremeyen İstanbul Mahalle Dernekleri Platformu 28 mahalle örgütlenmesinin üye olduğu ve etkin çalışması halinde bu mahallelerde yaşayan 1 milyon civarında insanı temsil edebilecek önemli bir kurum. TMMOB’a bağlı meslek örgütlerinin İstanbul şubelerinin bir araya gelip kentsel meseleleri masaya yatırdığı bir platform olan İKK’nın da son dönemde sivil oluşumlarla genişlettiği çalışma pratikleri var. Bu sürekliliği hedefleyen organizasyonlar dışında akut sorunlara muhalefet amacıyla kurulmuş Vapuruma Dokunma, Haydarpaşa İnisiyatifi, Körler Okulu Platformu, 3. Köprüye Hayır İnisiyatifi gibi çok sayıda muhalif yapıyı bir araya getirmeye çalışan ve bu birliktelik üzerinden muhalefet eden şemsiye organizasyonlar da kentsel muhalefet içerisinde yerlerini alıyorlar.
Genel olarak onaylanmayan bir kentsel müdahaleyi engellemek ya da sürekli ve güçlü bir muhalefet sürdürecek bir siyasal alan yaratmak amacıyla kuruluyorlar. Tabi çoğulcu yapılarından kaynaklanan sorunlar da yaşıyorlar. Bunlar arasında tutarlı olmayan söylemler, sürekliliği sağlayamamak, katılımcıların aralarındaki çıkar çatışmaları, organizasyon sorunları, liderlik / merkezde olma rekabeti, inisiyatif ve sorumluluk almaktan sakınma gibi sorunlar öncelikle sıralanabilir.

Üniversiteler

Üniversiteler yaptıkları araştırmalar üzerinden bilgi ve söylem üreten kurumlar. Bu anlamda akademik ve bilimsel kabul görmeyen kentsel müdahalelere muhalefet etmek üniversitelerin bir toplumsal sorumluluğu olarak kabul edilir. Ancak son dönemde üniversitenin kurum olarak giderek piyasa ile eklemlenmesi, danışmanlıklar vs üzerinden gündelik siyasetin içerisine çokça çekilmesi bu toplumsal sorumluluğun yerine getirilmesinde kafa karışıklıklarına neden olabiliyor. Yine de bu sorumluluğu yerine getirme gayreti içerisinde çok sayıda öğretim elemanı var. İstanbul’da bulunan üç şehir ve bölge planlama bölümünden katılanların birlikte hazırladığı ve internet üzerinden imzaya açılıp çok sayıda destek alınan Akademi Kentsel Dönüşüm metni içinde çok ciddi uyarılar ve eleştiriler bulunuyor. Diğer yandan, üniversite ile doğrudan bağlantılı öğretim elemanları ve öğrenciler üzerinden sürdürülen Dayanışmacı Atölye gibi bir sivil oluşum 5 senedir örgütlü sayılabilecek bir mücadeleyi sürdürerek kentsel müdahaleler sonucu mağdur olan mahallelerde karşılıklı öğrenme süreçleri üzerinden mahallenin kendi sözünü üretmesine destek oluyor. Yine üniversite temelli alternatif planlama çalışmaları yapılıyor, çok sayıda eleştirel makale, tez ve araştırma üretiliyor. Öğrencilerin bu sürece katkısı had safhada. Örneğin Dayanışmacı Atölye, öğrencilerin inisiyatifi ile kurulmuş bir yapı; çeşitli mahallelerde gönüllü çalışmalarını sürdürüyor ve mahallelilerle birlikte mahalle için mahallenin bilgisini üretmeye gayret ediyor. Bu muhalif gayretlerin yanısıra birçok kentsel müdahalede üniversite hocalarının yüklenici ya da danışman olarak imzalarının olması soru işaretleri yaratsa da, üniversitenin de olduğundan farklı gösterilmemesi, toplumun bir yansıması olduğunun kabulü sağlıklı olacaktır. Üniversiteler açısından bir diğer sıkıntılı alan birçok öğretim elemanının halen YÖK’ün ve devletin antidemokratik uygulamalarından endişe ederek bu tip muhalif süreçlerin dışında kalmayı tercih etmesidir. Zaman sorunu, kişisel hırslar ve anlaşmazlıklar, inisiyatif ve sorumluluk almaktan kaçmak ve geçim sorunları da üniversitenin muhalefet gücünü arttırmasının önündeki ilk akla gelen diğer sorunlar olarak sıralanabilir.

Medya

Toplumsal muhalefetin temsili ve söylemin kuruluşu anlamında medya önemli bir aktör konumundadır. Bu çerçevede uluslararası medya, ulusal medya, yerel medya, sektörel medya çerçevesinde TV ve radyo kanalları, dergiler, gazeteler ve son yıllarda hayatımızda giderek çok yer kaplayan internet portallarından bahsedilebilir. Medya kentsel müdahaleler konusunda ne kadar çok devrede olursa sorunun çözümünün o kadar kolaylaştığı ya da olasılık dahiline girdiği düşünülebilir. Sulukule sürecinin halen tamamlanmamış olması ve Sulukule için bir umudun sürüyor olması medyanın çok iyi kullanılması ile doğrudan ilişkilidir. Medyanın muhalif kanadının azınlık olduğunu ama ilişkiler üzerinden muhalif olmayan kanadın da devreye sokulabildiğini vurgulamak gerekir. Temsil ve anlamın kuruluşu açısından zaman zaman sorunlar yaşansa da kamuoyu oluşturmak, kitlesel eylemler yapılamadığından, medyanın muhalefetin sesi olması dışında maalesef mümkün olamamaktadır.

Uluslararası muhalefet

Son dönemde hızla uluslararası sivil ve kurumsal ağlara entegre olan bir sivil toplumun varlığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Sivil ağlar deneyim paylaşımları açısından, kurumsal ağlar ise kamuoyu oluşturmak ve siyasal baskı kurmak açısından kullanılabilmektedir. Yine Sulukule örneğinde UNESCO’nun, BM Zorla Yerinden Edilmeler Komisyonunun, BM Habitat’ın, AB’nin, Helsinki Yurttaşlar Birliği’nin ve çeşitli Roman birliklerinin siyasal alanı zorlaması ve uygulayıcıları zor durumlarda bırakması önemli örneklerdir. Diğer yandan çok sayıda yabancı, uluslararası sivil ağlar üzerinden Sulukule mücadelesine yaptıkları çalışmalarla yerinde ya da dışarıdan müdahil olabilmektedir.

***

Bütün bu muhalif oluşumlar kentsel dönüşüm süreçlerinde yolunda gitmeyen, kentte yaşayan insanın yabancılaşmasına neden olan süreçlere karşı kendi bakışları ve örgütlülükleri çerçevesinde karşı çıkışlar gerçekleştirmektedirler. Bu kapsamda çok sayıda gösteri-yürüyüş benzeri eylemin yanısıra, kongre/sempozyum, seminer, konferans gibi bilimsel etkinlikler, sergi, belgesel vb. sanatsal üretimler, alternatif gündem ve süreç yaratmaya yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Doğrudan ya da dolaylı olarak kentsel dönüşüme muhalefet eden oluşumlar çoğaldıkça, bunların eylemleri de kamuoyunda farkındalık yaratarak yerel siyasete, karar alma süreçlerine etki etmekte ve özelinde kentsel dönüşüme yönelik tartışmaları açığa çıkarmaktadır.
Birarada Muhalefet İhtimali Üzerine...
Biraradalık, muhalif yapıların karşı çıkış noktaları üzerinden düşünüldüğünde, çok kolaymış izlenimi veriyor. Nihayetinde bütün muhalif aktörlerin karşı çıktığı süreçler üç aşağı beş yukarı aynı. Biraradalığı ihtimalsizliğe kilitleyen ise “nasıl bir kentsel muhalefet” sorusu. Karşı çıkmanın yöntemi hedeflere ve hedeflenen kitlelere ilişkin bir tercih...
Yöntem tercihin bütün muhalif kesimler tarafından ortaklaşmasında esasın, hedefleri karşı çıktığımız eşitsizlik, adaletsizlik, mağduriyet vs. hallere, hedeflenen kesimleri ise bu süreçlerle karşı karşıya kalan gruplara kilitlemek olduğunu düşünüyoruz. Daha açık bir ifadeyle, halkın içinde ve halkla birlikte geliştirilecek bir söylem ve ütopya üzerinden doğrudan mevcut sistemin yarattığı sorunları hedefleyen ama ütopya kurmayı, iktidar hedefini oluşturmayı ve bu hedefin peşinden koşmayı sürece ve daha önemlisi söylemin kurulmasında esas olacak halka bırakan; halk kavramını mavi yakalı işçilerle birlikte, düşük ücretli beyaz yakalı kesimlere, öğrencilere ve hatta bu süreçlerden olumsuz etkilendikleri açık olan orta gelir gruplarına yayan; dolayısıyla muhalif söylemini de tüm bu kesimleri hedefleyecek şekilde revize eden; bu revizyon sonucu söylem, hedef ve hedef kitle konusunda ortaklaştığı ve yakınlaştığı muhalif kesimlerle ilişki kuran, nihayet kent hakkı kavramı üzerinden sürekli bir mücadele alanı açan bir kentsel muhalif birlikteliğin oluşabileceğini ve bugünkü halinden çok daha güçlü ve inandırıcı olacağını düşünüyoruz. Ancak bugünkü haliyle kentsel muhalefetin önemli bir kısmı hedefini iktidar üzerinden kuruyor, hedef kitlesini de bu iktidarda taşıyıcı gördüğü kesimler olarak belirliyor. Hedefe ulaşmada kullandıkları yöntem ve araçlarda ortaklaşmadıkları bütün gruplar ise revizyonist, karşı devrimci, geleneksel solcu vs. olarak damgalanıyor ve acımasızca eleştiriliyor. Böylece, kentsel muhalefet, tam da genel sol siyasetin yaşadığına benzer olarak, parçalanıyor/parçalı kalıyor, kitleselleşemiyor ve toplumun geniş kesimleri üzerinde güven oluşturamıyor.
Hardt ve Negri’nin “kent sürekli kuruluş süreçlerinde eklemlenen çoğul toplumsal çatışmalar aracılığıyla biçimlenmiş bir kurucu iktidardır” tespitinden hareketle sürekli kuruluş süreçlerinde yer almak istiyorsak toplumsal muhalefetin ortak ilkelerini birbirinden çok farklı motivasyonları ve sorunları olan muhalif aktörler arasında yaşanacak çatışmalara rağmen kurmak zorundayız. Bu çatışmaları nasıl olumlu algılayıp yönlendirebileceğimize kafa yormalıyız.
“Radikal demokrasinin amacı demokratik devrimi derinleştirmek ve farklı demokratik mücadeleleri ilişkilendirmek ise, böyle bir misyon ortaklaşmaya izin verecek yeni öznel pozisyonlar gerektirir. Öznel pozisyonların talepleri demokratik denklik ilkesine uygun olarak eklemlenebilir. Bu, belirlenmiş çıkarlar üzerinden bir ittifak kurma haline karşılık gelmez; güçlerin üst kimliklerini ortaklaştırma çabasıdır...” (Mouffe, 1993)
Çoğul ve dağılmış mücadele alanları üzerinde farklılaşmış siyasal ölçekler (Sokak ve mahalle ölçeğinden kent, ulus-devlet ve hatta küresel ölçeğe kadar) söz konusuyken, muhalif aktörler arasında birleşen, çözülen ve yeniden birleşen gruplar varken, biraradalık ancak birbirine bağımlı, eşit ve özerk mücadele alanları üzerinden kentsel hakların talebi ile mümkün olabilir. Gramsci’nin yıllar önce önerdiği, toplumun çeşitli kesimlerine doğru genişleyen birlikler oluşturmak suretiyle hegemonik bir blok oluşturmak bugün için kaçınılmaz bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu talebi de Platoncu bir yaklaşımla düşünmek, erişilmez adalet ve özgürlük yerine kent haklarını koymak ve kent haklarını nihai ve kesin bir evre olarak varolamayacağının ön kabulüyle ona doğru yaşamak, bunu bir yaşam biçimi haline getirmek gerekir. Ancak bu şekilde toplumla kentsel muhalefet arasında sıkı bir bağ kurulabir ve birbirinden çok farklı özelliklere sahip muhalif aktörler gereğinde birarada varolabilir.
Son dönemde sık sık kullandığımız ve yasal karşılıkları da olan barınma hakkı kavramı çok önemli ve belki de en temel hak talebinin altını çizse de tek başına bu biraradalığı sağlamada ve toplumla ilişki kurmada yeterli bir kavram değildir. Barınma hakkı kavramını genişletmek durumudayız. Örneğin Sulukule için hazırladıkları yayınlanmamış bir raporda Akkan ve Kayhan [2008] barınma hakkı kavramını mahalle ile ilişkilendirmek suretiyle başka haklarla içiçe geçirmişlerdir:
[Kavramı, salt] “baş sokacak ev olarak değil tüm kültürel, sınıfsal, sosyal taleplere uygun mekanlarda yaşama hakkı olarak tanımlanmaktadır... Barınmak bu mahallelerde yaşayan insanlar için; yaşam biçimlerini olduğu haliyle korumak, sosyal dayanışma ağlarını ayakta tutmak, geleneksel istihdam yapılarını muhafaza etmek anlamına geliyor. Mahalle temelli yaşam, onların hem tarihsel köklerini koruyan hem de kültürel ve sosyal ağlarını yaşatan bir [olgu] olarak barınma anlayışlarının merkezine oturmaktadır. Bu bağlamda, mahalle yaşamını bir bütün olarak ele almak ve bu yaşamın devamlılığının sağlanmasının bir barınma hakkı meselesi olduğunun altını çizmek gerekir.”

Kentsel Makanın Kontrolü için Kent Hakkı Kavramı

Lefebvre 1968 yılında ilk kez kent hakkından bahsederken, kavramı bütün kent ve kentleşme süreçlerini belirleme/kontrol etme hakkı olarak tanımlamıştı. Henüz küreselleşmenin lafının edilmediği bir dönemde kentleşmenin sanayileşme süreçlerinden koptuğunu ve kapitalist kentin dünya üzerinde tam kentleşmeye doğru yol aldığını, bunu da devlet ve sermayenin kentsel mekânı kontrol etmesi üzerinden sürdürdüğünü/sürdüreceğini anlatıyordu. Yunan kentlerinde agora etrafında örgütlenen ve pazaryerinin kent merkezine girişini engelleyen politik kentin zaman içerisinde Avrupa kökenli pazaryeri etrafında örgütlenen kente yenik düştüğünü aktarıyor, kent hakkını yeniden politik kente dönüşle de ilişkilendirip kentsel mekânı belirleyen güç ilişkilerini yeniden yapılandırarak kontrolün devlet ve sermayeden kent insanına geçişi olarak tarif ediyordu. Yer yer bir politik proje ya da ütopya olarak da nitelendirilen kent hakkı üzerinden kentsel karar mekanizmalarının yeniden yapılanması ile bütün kent yaşayanları kentsel siyaset içerisinde yerini alacak ve yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olacaklardı. Lefebvre, kent hakkını gündelik hayatla da ilişkilendirerek, anların ve yerlerin eksiksiz kullanımını sağlamak üzere kentsel yaşama, yenilenmiş bir merkeziliğe, karşılaşma ve değiş tokuş mekânlarına, yaşam ritimleri ve zaman kullanımlarına erişim ve bunları yaşayanların isteğine göre değiştirme hakkı olarak açıklıyordu. Kentlerde yaşayan ve çeşitli farklılıklar barındıran bütün insanları ama özellikle tehdit altındaki grupları hedeflemesi de demokrasinin çoğunluğun diktasına dönüşme potansiyelinin önüne geçme gayretiydi.
Son yıllarda politik kent yukarıda sayılan muhalif yapıların da etkisiyle giderek kendine geliyor ve devletin ve sermayenin kontrolüne karşı çıkışlar güçleniyor. Bu çerçevede kent hakkı kavramı da yeniden tartışılır oldu. David Harvey’in [2008] bu bağlamdaki son makalesi yerel siyasetin geleceği açısından yeni açılımlar sağlıyor. Harvey’e göre kent ve kentleşme süreçleri artı değer kullanımının ana kanallarından birisi haline gelmişse, kent hakkı, bu artı değerin kullanımı üzerinde demokratik bir yönetim kurmak anlamına gelir. Kent hakkı, kentsel kaynaklara erişime yönelik bireysel özgürlüklerin çok ötesinde kenti değiştirmek suretiyle kendimizi değiştirme / kendi geleceğimizi belirleme hakkıdır. Harvey, bu hakkın bireysel değil ortak bir hak olduğunun altını çizer ve en kıymetli ama en çok ihmal edilen insan hakkı olduğunu ilan eder.
Harvey’e göre kent hakkı bugün küçük bir siyasal ve ekonomik elit grubun elindedir ve geri kazanılması gerekir. Bu geri kazanma sürecinde kent hakkı kavramı üzerinden birlikte muhalefet olasılığını tartışır. Kentleşme süreçlerinde artı değer üretimi ve kullanımı üzerine odaklanan ve bunun kimler tarafından yönetileceğini sorgulayan kent hakkı kavramını, geniş bir toplumsal hareketin inşası için kent hakkının demokratikleşmesini sağlamak, kentsel mekânı almak ve yeniden üretmek, kamusal alanları yeniden kazanmak / korumak üzere çalışan bir slogan ve politik bir ideal olarak tanımlar .

***

Bu kentin bir geleceği olsun istiyorsak; bu kentin geleceğini kendi kontrolümüzde tutmak istiyorsak, kent hakkını çeşitli vesilelerle dile getirip peşi sıra çalışmalar yürüten kentsel muhalefetin içinde yer alan formel ve enformel yapıların birbirini beğenmeme lüksü yoktur. Kent hakkı kavramı tam da üzerinde anlaşabileceğimiz ve sıkı sıkıya sarılabileceğimiz bir kavramdır. İnsanları harekete geçirmek, çok büyük agoralar oluşturmak ve oluşturduğumuz agoralarda kitlesel politik eylemler gerçekleştirmek zorundayız.
Kenti, piyasanın ve hâkim ideolojinin totaliterliğinden kurtarmak ve politik kenti yeniden ve daha güçlü kurmak zamanıdır…


KAYNAKÇA
Akkan, B.E. & Kayhan, A. (2008) “Sulukule için Sosyal Değerlendirme”, yayınlanmamış rapor.
Harvey, D. (2008) “The Right to the City”, New Left Review, 53.
Lefebvre H. (1968) Le droit à la ville. Anthopos, Paris.
Mouffe (1993) Return of the Political, Versus, London.
Yalçıntan, M. C. (2005) Globalisation, politics and planning decisions: A case study of Koç University in Istanbul, PhD Thesis, London School of Economics, London, UK.
Yalçıntan, M.C. (2008) “Kentsel Muhalefetin Halleri ve Halsizlikleri”, www.planlama.org

* Mimarist (Ekim 2009) Dergisinde yayınlanmıştır.

3 Mart 2009 Salı

Söylen(e)meyecek olan uçmAkderedir!


Unutulmak durumunda kalınan da uçmAkderedir!

-söylen(e)meyecek olan ve unutulmak durumunda kalınan,

bir kereliğine, Zıkkım[1] eşliğinde ve yalnızca şiirle söylenir-

Bu girişten sonrası şiirdir...

...

aşkını –yıkılası tabulara- boşaltmış

ulu çınarın

salıncağından verdiğin resmi diktim bugün

pencerelerime...

uçmakdere

ben dikerken

sen

henüz oradaydın

hala oradasın

hep orada olacaksın...

pencerelerim kalacaksın hep!

meşenin dibinde suyu akmadan üzerindeki aşk dizelerini bekleyen çeşme

yıkıntı evinin damından hiç uçmayan leyleği besleyen kocası hasta kendisi yasta teyze

evim diye seçtiğim ve ilk önce pencerelerini diktiğim harabe

ile

bekleyeceğim seni

uçmakderede

yumuşacık sesinle uyanacağım her sabah

harabedeki döşeğimde

ve

buz gibi pınarında

ayılıp

ağlayacağım sensizliğe

bekleyeceğim seni

yaslı teyzeyle birlikte akmayan çeşmeden su doldurup taşıyacağım harabede

o gün uçmakdere

bu gün uçmakdere

her gün uçmakdere

pencerelerime diktiğim kör ve dolambaçlı vadi

çıkmaz hiçbir yere...

deme uçmakdere

...

söz anlam yitirdi...

aşkı çalınmış çınar, akmayan çeşme, unutulmuş ve kurtlanmış tütünler ile yıkılmış evler bacası artık tütmeyen,

coşup da kirini yıkamayan dere boyunu dolamış kavaklar, kıymetini bilmeyen keçiler,

ve bir de Godot’yu bekleyen teyze

söze hükmeder bundan böyle...

...

bütün evlerinden rum şarabı ile lakerda kokusu yayarım yine

sokaklarını çiçeğe bezerim

çeşmelerinden zemzem akıtır

derene huriler salarım...

yeter ki

“çokiyibişey olacağız ateşten” de!

yeter ki

oyna benimle!

...

“bütün –çıkmaz- sokaklarım sana doğru...”[2]

ve yazık ki

ömür yetmez o sokaklardan birini sana çıkartmaya!

olsun!

diktiğim pencerelere bakar

ışık kaçıran delikleri seninle boyarım ben de...

kalabalığına içiyorum tek kişilik şarabımı...

yollarımdan biri

her hangi bir gün

erecek olursa

her hangi bir sana

yine

tanrım her neredeysen ver şu kuluna bir mucize...

söz veriyorum

diktiğim pencerelerin sökülmesine izin vermeyeceğim

ve şarabı artık yalnız seninle içeceğim...

...

sana biriktirdiğim günleri

meğer

sensizliğe sayacakmışım...

olsun!

tek kişilik bugün

ve birgün

- rumlar döndüğünde

- çeşme aktığında

- dere coştuğunda

- leylek uçtuğunda

iki kişilik olacak yine...

diktim pencerelerimi bir kere seninle

sökemem geriye...

aşka kestiğim anı şarapla besleyen

sen

ve

uçmakdere...

uçuçabildiğinyere...

mcy

beşiktaş

aşk mevsimi az geçmişken 2004

Vasiyet: Cemal Baba türbesinin duvarına yazıla...



[1] Mürefte yöresine özgü bir şarap markasıdır...

[2] Bülent Ortaçgil’in şarkısının adıdır.