12 Aralık 2009 Cumartesi

ÜÇÜNCÜ KÖPRÜYÜ YENİDEN OLUŞTURACAĞIMIZ AGORALARDA TARTIŞMALIYIZ!

ÜÇÜNCÜ KÖPRÜYÜ YENİDEN OLUŞTURACAĞIMIZ AGORALARDA TARTIŞMALIYIZ!*

Doç. Dr. Murat Cemal YALÇINTAN
Mimar Sinan Güzel Sanatlar üniversitesi
muratcy@msu.edu.tr

Üçüncü köprü tartışmaları ikinci köprü yapıldığı gün başlamıştı. 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında Koç Üniversitesinin yer seçimi ve bu seçimin meşrulaştırılması üzerinden yerel siyaseti okumaya çalıştığım doktora çalışmam süresince İstanbul’un kuzeyine yapılan yatırımların üçüncü köprü söylentileri ile çok güçlü bir şekilde ilişkilendiğini tespit etmiştim (Yalçıntan, 2005). Bir yandan da ne zaman köprü tartışması alevlense açığa çıkan bir gerçek var: Konu ile ilişkili hiçbir uzman bugüne kadar karayolu köprü geçişlerini desteklemedi, hiçbir bilimsel ve mesleki çalışma bunun faydalarına dair bir bulguya rastlamadı! Zaten üçüncü köprünün toplam trafik içinde yalnızca %3’lük bir dilime karşılık gelen transit trafik için düşünüldüğü defalarca beyan edildi ama bunun İstanbul trafiğine nasıl bir rahatlama sağlayacağı ve kuzey ormanları ve su havzalarındaki yok oluşu hızlandırmaya değip değmeyeceği gündeme bile alınmadı!
Net bir şekilde söylemek gerekir ki, üçüncü köprü siyasetçilerin ve sermayenin projesidir ve kentin yaşayanlarının ihtiyaçları ile ilişkisizdir. Dolayısıyla tartışmanın teknik ve mesleki tarafı sonuçsuz bir gayret olarak kalmaya mahkûmdur; üçüncü köprü siyaset üzerinden tartışılmalıdır…

Mekânın Kontrolü Üzerinden Kentleşme ve Kent Hakkı Kavramı

Lefebvre 1968 yılında ilk kez kent hakkından bahsederken, kavramı bütün kent ve kentleşme süreçlerini belirleme/kontrol etme hakkı olarak tanımlamıştı. Henüz küreselleşmenin lafının edilmediği bir dönemde kentleşmenin sanayileşme süreçlerinden koptuğunu ve kapitalist kentin dünya üzerinde tam kentleşmeye doğru yol aldığını, bunu da devlet ve sermayenin kentsel mekânı kontrol etmesi üzerinden sürdürdüğünü/sürdüreceğini anlatıyordu. Yunan kentlerinde agora etrafında örgütlenen ve pazaryerinin kent merkezine girişini engelleyen politik kentin zaman içerisinde Avrupa kökenli pazaryeri etrafında örgütlenen kente yenik düştüğünü aktarıyor, kent hakkını yeniden politik kente dönüşle de ilişkilendirerek kentsel mekânı belirleyen güç ilişkilerini yeniden yapılandırarak kontrolün devlet ve sermayeden kent insanına geçişi olarak tarif ediyordu. Kentsel karar mekanizmalarının yeniden yapılanması ile bütün kent yaşayanları kentsel siyaset içerisinde yerini alacak ve yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olacaklardı. Lefebvre, kent hakkını gündelik hayatla da ilişkilendirerek, anların ve yerlerin eksiksiz kullanımını sağlamak üzere kentsel yaşama, yenilenmiş bir merkeziliğe, karşılaşma ve değiş tokuş mekânlarına, yaşam ritimleri ve zaman kullanımlarına erişim ve bunları yaşayanların isteğine göre değiştirme hakkı olarak açıklıyordu. Kentlerde yaşayan ve çeşitli farklılıklar barındıran bütün insanları ama özellikle tehdit altındaki grupları hedeflemesi de demokrasinin çoğunluğun diktasına dönüşme potansiyelinin önüne geçme gayretiydi.
Lefebvre’in bu görüşleri 1970’ler boyunca tartışıldı, çeşitli eleştiriler aldı ama hiçbir zaman gündemden düşmedi. Özellikle 2000’li yıllar Lefebvre’in kentlerin kontrolü üzerinden süren tam kentleşme hipotezinin küreselleşmenin de devreye girmesiyle hızlandığı yıllar oldu. Türkiye de örnek aldığı batı ülkelerinin %90’ların üzerine çıkmış kentleşme oranlarına doğru hızla ve çokça sağlıksız ve dengesiz bir şekilde koşuyor. İstanbul bu sürecin hep baş tacı oldu ve 1990’lardan başlayarak ama 2000’lerde olgunlaşarak kentsel arazi üzerinden kapitalizmi yeniden üreten tam kapitalist bir kent haline geldi. Metropoliten projeler, yenileme ve dönüşüm projeleri, büyük altyapı yatırımları derken nihayet İstanbul’da gerçekleşmekte olan kapitalist kentin en büyük açılımı sayabileceğimiz üçüncü köprü projesi kararı alındı ve Ulaştırma Bakanının tabiriyle düğmeye basıldı! İstanbul’da kentleşmenin yönü bir kez daha sermaye ve siyaset ikilisi tarafından belirlendi. Bu kez bir önemli farkla; mesleki ve teknik bir gözle incelendiğinde bu proje İstanbul’un geleceğini yok sayan/eden öncekilerle kıyaslanamayacak kadar yıkıcı bir proje!

Kent Hakkı Kavramı Üzerinden Birlikte Muhalefet

Diğer yandan, süreç içerisinde dünyada, Türkiye’de ve İstanbul’da bu kapitalist sürece karşı çıkışlar da gelişti ve kent yeniden politik bir alan olarak tanımlanmaya başlandı. Politik kentin giderek kendine geldiği ve devletin ve sermayenin kontrolüne karşı çıkışların güçlendiği yıllarla birlikte kent hakkı kavramı da yeniden tartışılır oldu. David Harvey’in [2008] bu bağlamdaki son makalesi yerel siyasetin geleceği açısından yeni açılımlar sağlıyor. Harvey’e göre kent ve kentleşme süreçleri artı değer kullanımının ana kanallarından birisi haline gelmişse, kent hakkı, bu artı değerin kullanımı üzerinde demokratik bir yönetim kurmak anlamına gelir. Kent hakkı, kentsel kaynaklara erişime yönelik bireysel özgürlüklerin çok ötesinde kenti değiştirmek suretiyle kendimizi değiştirme / kendi geleceğimizi belirleme hakkıdır. Harvey, bu hakkın bireysel değil ortak bir hak olduğunun altını çizer ve en kıymetli ama en çok ihmal edilen insan hakkı olduğunu ilan eder.
Bu kuramsal çerçeveden düşünüldüğünde kent hakkını elde ederek yanıtlayabileceğimiz çok sayıda soru olduğu ortaya çıkar: Nasıl bir kent istiyoruz? Bu kentin içerisinde nasıl bir yaşam biçimini ve ne tür sosyal bağları tercih ediyoruz? Doğa-kent-insan ilişkisi nasıl kurulmalıdır? Hangi teknolojiler ve hangi estetik kente hâkim olmalıdır?
Çevremizde olagelene müdahalesizliğimiz düşünüldüğünde çok da keyifli değil mi bu soruların yanıtlarında karar verici konumda olmak ve olageleni kontrol edebilmek… Kent hakkına sahip olsak ve İstanbul’un yaşayanları olarak doğru bir bilgilendirme sürecinden geçsek, bize faydası çok sınırlı olmasına rağmen çokça kaynağa mal olacak ve belirli grupların kapattığı araziler üzerinden yeniden zenginleşmelerini sağlayacak üçüncü köprüye onay verir miydik?
Harvey’e göre kent hakkı bugün küçük bir siyasal ve ekonomik elit grubun elindedir ve geri kazanılması gerekir. Bu geri kazanma sürecinde kent hakkı kavramı üzerinden birlikte muhalefet olasılığını tartışır. Kentleşme süreçlerinde artı değer üretimi ve kullanımı üzerine odaklanan ve bunun kimler tarafından yönetileceğini sorgulayan kent hakkı kavramını, geniş bir toplumsal hareketin inşası için kent hakkının demokratikleşmesini sağlamak, kentsel mekânı almak ve yeniden üretmek, kamusal alanları yeniden kazanmak / korumak üzere çalışan bir slogan ve politik bir ideal olarak tanımlar .

Yeniden Agora, Yeniden Politik Kent

Bu kentin bir geleceği olsun istiyorsak; bu kentin geleceğini kendi kontrolümüzde tutmak istiyorsak, istemimiz ve ihtiyaçlarımız dışında alınan kararların cebimizden çıkan vergilerle uygulanmasıyla çeşitli spekülatif kazançlara neden olmasını istemiyorsak, bir araya gelme zamanıdır. Kent hakkını çeşitli vesilelerle dile getirip peşi sıra çalışmalar yürüten kentsel muhalefetin içinde yer alan formel ve enformel grupların bu aşamada birbirini beğenmeme lüksü yoktur; panellerde tartışarak çözülebilecek bir sorun/rant değildir söz konusu olan. İnsanları harekete geçirmek, çok büyük agoralar oluşturmak ve oluşturduğumuz agoralarda kitlesel politik eylemler gerçekleştirmek zorundayız. Kenti, piyasanın ve hâkim ideolojinin totaliterliğinden kurtarmak ve politik kenti yeniden ve daha güçlü kurmak zamandır…

KAYNAKÇA
Harvey, D. (2008) “The Right to the City”, New Left Review, 53.
Lefebvre H. (1968) Le droit à la ville. Anthopos, Paris.
Yalçıntan, M. C. (2005) Globalisation, politics and planning decisions: A case study of Koc University in Istanbul, PhD Thesis, London School of Economics, London, UK.

* Yeni Mimar Dergisinde yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: