Murat Cemal Yalçıntan
Bu yazıda Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da son 5 yılda giderek sesini daha çok çıkaran kentsel muhalefetin hallerine ve halsizliklerine karşılık gelen konulardan ikisini ele alacağım: bir arada muhalefet yapabilme ihtimali/ihtimalsizliği ile muhalefeti dayatılana karşı mücadele etmenin ötesine taşıyarak alternatif süreçler/gündemler yaratmak... Bu iki konu zaman zaman akıl tutulması yaşadığımız tartışmalara konu oluyor ve bundan kurtulmak için tartışmayı bu tip formel zeminlere taşımak gerekiyor[1].
Birarada Muhalif Olmak
Önce birarada muhalif olmak konusunu tartışalım istiyorum. Her girişimde başarısız olduğumuz geçmişin yarası derin; dolayısıyla mümkün olduğunca az polemik yaratacak bir yerden tartışmak lazım. O yerde durmak ne kadar mümkün bilmiyorum ama özeleştiriyi de içeren bir hesaplaşma kaçınılmaz...
Başlarken yanıtlanması gereken bir soru kimlerin biraradalığından bahsettiğimiz. Başka bir şekilde ifade edersek, kentsel muhalefetin öznelerinin kimler olduğu. 1980’lerin sonlarından itibaren özellikle hukuki süreçler üzerinden kentsel muhalefete başlayan meslek odaları hala aynı kararlılıkla ve zaman zaman mesleki ve meslek insanına yönelik kaygılardan oluşan iç çelişkileri de bünyelerinde taşıyarak mücadelelerini sürdürüyorlar. Bu konuda çalışmalar yürüten sivil toplum kuruluşlarımız sayı ve güç olarak çok yetersiz durumdalar ama son dönemde etkili olan akademisyenler, öğrenciler, uzmanlar ve vatandaşlardan oluşan sivil inisiyatifler sivil toplum açısından bu yetersizliği kapatma yolundalar. Sürecin en önemli özneleri olması gereken mahalle dernekleri vb. sivil örgütlülükler de sivil toplumun süreçte güçlenmesine katkıda bulunuyorlar. Yine mahallelerde 1980 darbesi öncesi dönemden beri faaliyetlerini sürdüren politik gruplar ve bu grupların kentsel muhalif süreçler içerisinde aldıkları tavır belirleyici olabiliyor. Son dönemde hızla uluslararası sivil ağlara entegre olan bir sivil toplumun varlığı da göz önünde bulundurulmalı. Tabi üniversiteler ve medya unutulmamalı; bu kurumların duruşu, konuya yaklaşımı, muhalefete yaptıkları katkı ve kendi aralarındaki bölünmüşlük aslında kentsel muhalefetin seyrini ciddi şekilde etkileyebiliyor. Kısaca kendi kategorisi içinde de farklılıklar gösteren ve bugüne kadar tamamının tek bir ortamda bir araya gelemediği farklı kaygılar, hedefler, kitleler vs. sahibi öznelerin biraradalığının ihtimalleri üzerinden düşünüyoruz[2]. Ciddi farklılıklara sahip çoğul bir ortamda biraradalık ihtimalini baştan yok saymak bir seçim olabilir. Sivil inisiyatifler ve mahalli oluşumlar dışında bu öznelerin tek derdinin kentsel muhalefet olmaması, söylemlerini biraradalığa yönelik değiştirmede güçlükler yaşamalarını da zaten anlaşılır kılar. Ya da, sivil inisiyatifler ve mahalli oluşumların böyle bir sınırlayıcıları olmadığından başka bir senaryo üzerinden gidilebilir ve bu ikilinin kendi içlerinde ve birbirleriyle anlaşacağı bir çerçevede, sürecin sonuçlarının çeşitli olumsuzluklar yarattığı konusunda zaten anlaşan diğer öznelerin de pozisyonlarını yeniden düşünmeleri biraradalığa yönelik yeni açılımlar sağlayabilir.
Yine başlarken “neden birarada durma ihtiyacı duyuluyor” gibi yerinde bir soruyu da yanıtlamak gerekir. Bu sorunun bende iki yanıtı var: Birincisi, basitçe, çok az olduğumuz ve birarada daha güçlü olabileceğimiz için. Gerçekten de son beş yılı incelediğinizde hemen her muhalif hareketin sınırlı sayıdaki benzer isimler tarafından organize edildiğini, yürütüldüğünü, desteklendiğini görüyorsunuz. Zaman zaman bu profil genişlese de bir süreklilik oluşmuyor/oluşamıyor. Bu kişi ve grupların birarada duramama hali sayıca az olmaya eklenince kentsel muhalefetin sesi cılız kalıyor. Bu sesi cılız tutmak ve görünmez kılmak isteyenlerin niyetleri bizzat tarafımızdan yerine getirilmiş oluyor. İkinci yanıt ise, biraradalığın, birisinin yaptığını diğerinin bozmasına izin vermeyeceği varsayımı! Biraradalığı kurarken asgari müştereklerde anlaşmak gereği, emekle örülmüş süreçlerin bozulmasının önüne geçebilir, muhalefet biçimlerinde çeşitliliği destekleyebilir ve dahası yapıcı tartışma alanları açarak bu süreçlerin hatalarından arınmalarına da vesile olabilir[3].
Biraradalığın ihtimalini arttıran ve umuda bağlayan “neden kentsel muhalefetin içindeyiz” sorusuna verilen yanıtlar... Kendini son dönem kent politikaları ve uygulamalarına muhalif olarak tanımlayan hemen herkes yaratılan adaletsizliklerden, eşitsizliklerden, mağduriyetlerden, kamu yararı eksikliğinden, gayrimeşru çıkar ilişkilerinden vs. bahsediyor; bu çerçevede bu olumsuzluklara neden olan etkenlere yönelik farklılıklar içeren ve anlaşmazlıklar yaratan söylemlerini hafifçe gözden geçirerek olumsuzluklar üzerinden anlaşmak ve biraradalığa yönelik bir adım atmak mümkün ve çok da zor değil.
Biraradalığı ihtimalsizliğe kilitleyen ise “nasıl bir kentsel muhalefet” sorusu... Karşı çıkmanın yöntemi hedeflere ve hedeflenen kitlelere ilişkin bir tercih. Bu tercihin bütün muhalif kesimler tarafından ortaklaşmasında esasın, hedefleri karşı çıktığımız eşitsizlik, adaletsizlik, mağduriyet vs. hallere, hedeflenen kesimleri ise bu süreçlerle karşı karşıya kalan gruplara kilitlemek olduğunu düşünüyorum. Daha açık bir ifadeyle, halkın içinde ve halkla birlikte geliştirilecek bir söylem ve ütopya üzerinden doğrudan mevcut sistemin yarattığı sorunları hedefleyen ama ütopya kurmayı, iktidar hedefini oluşturmayı ve bu hedefin peşinden koşmayı sürece ve daha önemlisi söylemin kurulmasında esas olacak halka bırakan; halk kavramını mavi yakalı işçilerle birlikte, düşük ücretli beyaz yakalı kesimlere, öğrencilere ve hatta bu süreçlerden olumsuz etkilendikleri açık olan orta gelir gruplarına yayan; dolayısıyla muhalif söylemini de tüm bu kesimleri hedefleyecek şekilde revize eden; bu revizyon sonucu söylem, hedef ve hedef kitle konusunda ortaklaştığı ve yakınlaştığı muhalif kesimlerle ilişki kuran bir kentsel muhalif birlikteliğin oluşabileceğini ve bugünkü halinden çok daha güçlü ve inandırıcı olacağını düşünüyorum. Ancak bugünkü haliyle kentsel muhalefetin önemli bir kısmı hedefini iktidar üzerinden kuruyor, hedef kitlesini de bu iktidarda taşıyıcı gördüğü kesimler olarak belirliyor. Hedefe ulaşmada kullandıkları yöntem ve araçlarda ortaklaşmadıkları bütün gruplar ise revizyonist, karşı devrimci ya da geleneksel solcu olarak damgalanıyor ve acımasızca eleştiriliyor. Böylece, kentsel muhalefet, tam da genel sol siyasetin yaşadığına benzer olarak, parçalanıyor/parçalı kalıyor, kitleselleşemiyor ve toplumun geniş kesimleri üzerinde güven oluşturamıyor. Tek tek öznelerin hali de farklı değil.
Son yıllardaki muhalefet süreci gösterdi ki akut durumlarda kendiliğinden bir biraradalık oluşabiliyor. Örneğin bir yıkım olduğunda çeşitli gruplar hemen yıkımın yaşandığı mahalleye intikal ediyor ve acil ihtiyaçları çeşitli dayanışma yöntemleriyle karşılamaya gayret ediyor, mağdur durumda kalanlarla birlikte yol haritası çizmeye çalışıyor ve hemen herkes üzerine düşen görevi, kendisini de olabildiğince görünmez kılarak yapıyor. Ancak dikkat çekici olan, grupların bu işleri mümkün olduğunca birbirine az dokunarak yaptıkları. Yani, akut hallerde kendiliğinden bir güç birliği oluşabiliyor ama bu güç birliği daha etkili sonuçlar üretebilecek koordinasyona hiç kalkışmıyor. Dolayısıyla şu soruyu sormamız gerekiyor: Akut hallerde bile biraradalığı koordinasyon içinde götüremeyen muhalefet öznelerinin sürekli biraradalığından bahsetmek mümkün mü? Biraradalığı hakikaten istiyorsak, koşullarını olabildiğince “neden karşı çıkıyoruz” sorusuna verdiğimiz en sade ve genel ilkelerden oluşturmak ve süreç içerisinde yaşayabileceğimiz tartışmaları da asıl ilgilisine, yani etkilenen kesimlere sunarak karara bağlamak gerektiği düşüncesindeyim. İster istemez birbirine karşı iktidar odakları haline geldiğimizde ya da geldiğimizi sandığımızda, aslında en büyük haksızlığı aramızda bıraktığımız ve bizlerle yol yürümüş insanlara yaptığımızın farkında olmalıyız. Birbirimize tahammülü ve saygıyı bir değer haline getirmeliyiz. Uzaktan öykünmekten çekinmediğimiz ama yaklaştıkça detaylar ya da kişisel meseleler üzerinden yıpratmaya başladığımız süreçlere daha soğukkanlı bakmanın yollarını aramalıyız.
Biraradalık konusu daha farklı boyutlarıyla da tartışılabilir tabi. Ama kanımca yukarıdaki tartışmalar, bunların tamamında belirleyici olan kentsel muhalefetin içerisinde oluşmaya başlayan iktidar odaklarını unutmadan, üzerinde öncelikle düşünmemiz gerekenlere karşılık geliyor. Bu iktidar odaklarının, kendi aralarında yaşadıkları tartışmaların küstürdüğü ve bu tartışmaların içerisine girmekten çekinen / sakınan yeni aktivistler bir yana, sıradan insanlarla, mağdur mahallelerle kurdukları ilişkiler üzerinden yarattıkları hayal kırıklıkları çerçevesinde kendi özeleştirilerini yapmaları acil bir ihtiyaç.
Alternatif Süreçler/Gündemler Yaratmak
Bu yazıda ele almak istediğim ikinci konu da, muhalefeti dayatılana karşı mücadele etmenin ötesine taşıyarak alternatif süreçler/gündemler yaratmak[4]... “Her şeye karşı çıkıyorsunuz ama karşılığında hiçbir şey üretmiyorsunuz!” diye suçlamalarda bulunarak sahte bir savunma kalkanının ardına saklanmaya çalışan siyasiler, uzmanlar vs. hep vardılar. Şimdi onlara, müzakere pratiklerinden bir sonuç alınamayacağına inanıldığından “sizin işinizi yapmak zorunda değiliz” diye cevap veren bir kitle eklendi!
Oysa, alternatif süreçler/gündemler yaratılan örneklerde öncelikli amaç hiç bir zaman müzakere olmadı[5]. Bu süreçlerin/gündemlerin geliştirilmesinde faal olarak yer alan gruplar, arkasında ciddi bir örgütlü güç ve/veya kamuoyu baskısı olmadığı sürece yapılanın mevcut karar süreçlerine etki edemeyeceğinin de gayet farkındaydılar. Yine de bu denemelerin açıklamaları olmalıydı ama bu yaklaşıma uzak duran arkadaşlarımız nedense bu açıklamalar ile ilgilenmedi. Alternatif gündem/süreç yaratmaya yönelik farklı boyutlarda, farklı hedefleri olan çalışmalar yapıldı. Öncelikli hedefleri itibariyle ikiye ayrılıyorlar: kamuoyu yaratmak ve kamusal alanlar oluşturmak suretiyle örgütlülüğü arttırmak. Bu konuyu planlama ile doğrudan ilişkili olan ve bizzat içinde de bulunduğum iki örnek üzerinden tartışmak istiyorum[6].
STOP (Sınır Tanımayan Otonom Plancılar) Örneği
Birinci ve daha yeni olan örnek Sulukule üzerine geliştirilen toplumsal, ekonomik ve mekansal gelişme stratejilerini içeren planlama çalışması. Çalışmanın neyi hedeflediğinden ve içeriğinden bahsetmeden önce hangi koşullarda hazırlandığını açıklamak gerekir. Üç sene boyunca Sulukule Platformu tarafından sürdürülen çok ciddi bir muhalefet sürecinin, yarattığı müthiş ulusal ve uluslararası kamuoyu desteğine rağmen Sulukule’ye ve yaşayanlarına dair hemen hiçbir kazanım yaratmaması ve Sulukule içinde hak arayışı üzerinden bir örgütlülük oluşturamaması[7] sonucu oluşan karamsar tablo platformu oluşturan insanları yılgınlığa düşürmüş ve son bir hamle ne olabilir tartışmaları içerisinden alternatif bir yaklaşım geliştirme fikri çıkmıştır. Yani, Sulukule için verilen mücadele içerisinde gündem oluşturmak üzere yapılan 40 Gün 40 Gece Sulukule, Sulukule Orkestrası, Sulukule Futbol Turnuvası gibi çalışmalar, dayanışma amacıyla yürütülen Sulukule Çocuk Çalışmaları ve Merkezi, insanların çeşitli hizmetleri alabilmeleri için çıkarılan nüfus kağıtları, yeşil kartlar vs., sürdürülen hukuk mücadeleleri, hak sahibi olmayanların hak sahibi olabilmesi için yapılan başvurular, tescillenmemiş tarihi ve kültürel önemi olan yapıların tescillenmesine yönelik çalışmalar, çeşitli uluslararası ve ulusal kurumlarla sürdürülen ilişkiler, yayınlanan deklarasyonlar, yapılan basın açıklamaları vs. süreci tersine çevirmeye yetmeyince alternatif bir yaklaşım geliştirmek son bir hamle olarak düşünülmüştür[8]. Bunca emeğin karşılıksız kaldığı bir noktada tek başına alternatif bir yaklaşımdan medet ummak anlamsızdır. Aslen yapılmak istenen, yerinde ve mağduriyetler yaratmayan, yalnızca fiziki mekanı değil sosyo-ekonomik ilişkileri de merkezine alan çözümler geliştiren bir yenileme ve dönüşüm yaklaşımı olabileceğini kamuoyuna göstermektedir. Aslında yapılanın akademik alanda sık sık araştırma projeleri vs. çerçevesinde yapılan işlerden çok da farkı yoktur ama tamamen alanın içerisinden çıkması, gerçek hayata ve uygulamaya yönelik olması ve meselenin özünü kavraması itibariyle bu çalışmalardan ayrılır. Tabi ki bunu yaparken, her toplumsal muhalif hareketin de yapacağı gibi, süreç boyunca hep hedeflenen kamuoyu yaratma ve siyasal karar alanını sıkıştırma hedefleri de kovalanmış, bu kapsamda Fatih Belediyesi ile de görüşmeler yapılmıştır.
Çalışmanın hedeflerinden bahsettikten sonra yaklaşımını da kısaca değerlendirmek gerekir. Kanımca 1970’lerin başında dünyada çeşitli örnekleri görülen bir savunucu planlama örneğidir. Argümanlarını yerinde çözüm, sosyal ve ekonomik kalkınma, örgütlülük ve daha iyi bir yaşam çevresi üzerine kuran çalışmada çeşitli disiplinlerden 40 kadar gönüllü uzman, üç hafta boyunca sabahlara kadar çalışmıştır. Dahası, bu ekibe, sistem içi bir projede yan yana getirmenin çok zor olacağı akademisyenlerden oluşan ciddi bir danışman kadro eşlik etmiştir. Katılım boyutu eksiktir çünkü mahalle dağılma sürecine girmiştir ve mahalledeki toplum psikolojisi insanlara yeniden umut dağıtmaya uygun değildir. Dolayısıyla katılım yıllar süren mahalle içi mücadelenin biriktirdiklerini kullanmakla –ki bu aslında ciddi bir katılıma karşılık gelir, dernekte faal görev alan Sulukulelilerin görüşlerini almakla sınırlı kalmıştır. Son bir haftasında sınırlı bir şekilde yer aldığım çalışmaların, yıllardır dilimize pelesenk olan kavramları kullanarak, şu ana kadar örneğini görmediğimiz ciddi bir yaklaşım geliştirdiğini düşünüyorum. Buna göre sosyo-ekonomik gerçeklerden yola çıkan, sosyo-ekonomik sorunlara yerinde çözümler geliştirirken yaşam çevresini iyileştirebilen, insanların sorunlarına çözüm geliştirmede etkin rol oynamalarını sağlayan örgütlülükleri destekleyen ve tüm bunları kamuya daha ucuza mal eden bir yaklaşım geliştirilmiştir. İstihdamdan, sosyal ilişkilerin sürekliliğine, kültürel birikimin desteklenmesine, kamusal alanlar yaratmaya, fizibilite çalışmasına ve nihayet fiziki yapının iyileştirilmesine her yönüyle somut tespitleri ve önerileri olan profesyonel kıvamda bir çalışmadır. Böyle bir yaklaşımın, doğru kullanıldığı sürece, kentsel dönüşüm ve yenileme uygulamalarına muhalif bütün mücadelelerin elini güçlendireceği tartışma götürmez. Sulukule için verilen mücadele de, umutlar zayıflasa da henüz tamamlanmamıştır.
Gülsuyu-Gülensu Deneyimi
İkinci örneğimiz Gülsuyu-Gülensu Mahalleleri ile birlikte geliştirdiğimiz süreç. Bu sürece de genellikle alternatif plan adı takılmaya çalışıldı ama neden öyle anılmaması gerektiğini süreci aktarırken açıklamaya çalışacağım.
Bilmeyenler için Gülsuyu ve Gülensu, Maltepe ilçesinde E-5’in kuzeyinde politik geçmişi ve güçlü örgütlülükleri olan yaklaşık 65000 nüfuslu iki mahalledir. 2004 yılında büyükşehir belediyesi tarafından yapılan 1/5000 planlama çalışmasında dönüşüm bölgesi olarak ayrılmış ve 1/1000 uygulama çalışmalarının mahalle muhtarları ve dernekleriyle birlikte geliştirilmesi yönünde plan notu eklenmiştir[9]. Plana yapılan itirazlar, açılan davaların sonucunu beklemeye gerek kalmaksızın mahallenin istekleri çerçevesinde sonuçlanmış ancak mahallenin geleceğine dair bir belirsizlik hali oluşmuştur. Bu çerçevede mahallelerde iki muhtar ve mahalle derneğinin inisiyatifinde çalışmalar yürütülmeye başlanmış, bizlerden de fikirlerimiz alınmıştır. Yapılan çok sayıda toplantı ve tartışmanın sonunda olabildiğince kapsayıcı ve temsili bir komisyon kurulmasına[10] ve bu komisyonun konuyu takip etmesine karar verilmiştir. Komisyon bir yandan belediye ile görüşmelerini sürdürürken bir yandan da mahallelerin tamamını bilgilendirmek ve sürecin içine taşımak üzere kahve toplantıları düzenlemeye başlamış ve bu toplantılarda sokak temsilcileri belirlenmiştir[11]. Bu toplantıların birçoğunda bizimle[12] birlikte mahalle dışından gelen kişiler ve gruplar da yer almışlardır. Toplantılar genel olarak İstanbul’da olagelen üzerinden yapılan bir sistem eleştirisi ve bu çerçevede mahallelerin yakın gelecekte nelerle karşılaşabileceği üzerinde yoğunlaşmış ve örgütlülüğün, bir arada durmanın en önemli kalkan olduğunun altı sürekli olarak çizilmiştir. Zaten her toplantı, komisyonun takibini sağlayacak ve kendi sokağındaki bilgilendirme ve tartışma sürecini sağlayarak komisyona geri dönüşte bulunacak sokak temsilcilerinin seçilmesi ile tamamlanmıştır. Bu toplantılarda aynı zamanda komisyonun üzerinde durduğu kendi gündemini yaratıp dayatmak konusunda da tartışmalar yaşanmıştır. Küçük bir azınlık, böyle bir girişimin uyuyan devi uyandıracağı endişesiyle karşı çıksa da, büyük bir çoğunluk belediyenin önüne nasıl bir mahalle istediklerini koymanın önemli olduğunu, plan notlarının da buna fırsat veriyor olmasının üzerine gidilmesi yönünde fikir belirtmiştir. Bunun üzerine komisyon bizlerden uzmanlığımız çerçevesinde mahalleliyi mağdur etmeyecek fiziki çözümler geliştirmememizi talep etmiştir. Ancak bu talebe itirazlarımız olmuş, yapılan tartışmalar sonucunda çeşitli kamusal alanlar yaratmak suretiyle mahalle içi örgütlülüğü destekleyen, mahalledeki sosyo-ekonomik sorunları merkezine alarak fiziki müdahaleleri geliştiren ve bütün çalışmayı muhtarlar, dernek, komisyon ve sokak temsilcileri üzerinden mahalleliler ile birlikte sürdüren, kararları da birlikte alan bir yaklaşım geliştirme konusunda anlaşılmıştır. Nihai hedefin fiziki bir plan çıkarmak olmadığı ama buna yönelik kararlar geliştirilebileceği, öncelikli olanın ise birarada durmak, birlikte düşünmek ve eylemek üzerinden mahalle içi örgütlülüğü arttıracak çeşitli kamusal alanlar yaratmak olduğu, yanlış beklentilere ve umutlara neden olmamak üzere bizzat tarafımdan defalarca yinelenmiştir. Çok geniş destek gören[13] çalışma bu yaklaşıma uygun olarak yürütülmüş, ancak zaman içerisinde mahallelilerin tamamı ile birlikte çalışma olanakları azalınca yarım kalmıştır[14].
Planlama literatürü açısından değerlendirdiğimde bu çalışmanın karşılığını savunucu planlamada değil öz örgütlülüğe ve karar alma süreçlerine dönük radikal planlamada buluyorum. Öz örgütlülük, katılım kavramının çok ötesinde bir kavramdır ve yaşadığımız deneyim çerçevesinde uzmanların mahallenin kendi gelecek inşasına katılım sürecine karşılık gelir. Sürecin bizden talepte bulunulan noktadan değil, itiraz ve dava aşamalarından başladığını, mahalle içinden başlayan bu hareketin içine belirli bir noktada dışarıdan destek geldiğini, dolayısıyla sürecin bizim olmadığını ama tabi ki bizim de sürece etkilerimiz olduğunu belirtmeliyim. Bu çalışmada da sürecin çeşitli aşamalarında başka bir vesileyle biraraya getirmenin neredeyse imkansız olduğu çok önemli hocalarımız, düşünce ve bilim insanları yer almıştır. Yani halkın içinden çıktığı kadar entelektüel bilginin de merkezinde olduğu bir çalışmadır. Ancak tamamlanamamış bir süreç olduğu için kazanımları maalesef belirli bir örgütlülük denemesinin ve karşılıklı öğrenme süreçlerinin ötesine geçememiştir. Oysa kendi önceliklerini belirleyen, kararlarını geliştiren, bunların bir kısmını uygulayan, bir kısmını da güçlü örgütlülüğü ile belediyesinden talep eden bir yapının oluşması mümkündü diye düşünüyorum.
***
Bu iki örneğe ciddi destek geldiği gibi çeşitli eleştiriler de yapıldı. Öncelikle destekleyen ve çalışmaların içerisinde az ya da çok bulunan yaklaşık 300 kişiye teşekkür etmek gerekir. Herkes inandığı doğrultuda ve gönüllülük çerçevesinde elinden geleni yapmıştır. Bu kadar insanın kısa süreli de olsa bir araya gelmesindeki temel etkenlerin ise, gönüllülük kavramını esnek tutmak, gönüllülere yaratma/müdahil olma imkanı tanımak ve olagelene muhalif olma gerekçelerini/biçimlerini sorgulamamak olduğunu düşünüyorum. Çalışmaları destekleyen çeşitli mahallelerden gelen “bize de bu tip çalışma yapalım” taleplerini temkinli değerlendirmek gerekiyor. Öyle ki, yapılan iki çalışma da kendi özgün durumlarından kaynaklanmıştır. Sulukule’de her şey denendikten sonra dışarıdan son bir hamle olarak görülürken, Gülsuyu-Gülensu süreci kendi başlatmış, kendi taşımış, kendi sonlandırmıştır. Tabi ki bu çalışmalar bu ikisiyle sınırlı kalmayacaktır ama mahallelerin kendi özgün koşullarının alternatif süreçler oluşturma ihtiyacı duyması ya da iç örgütlülüklerinde kapsayıcılığı ve temsiliyeti sağladıktan sonra kendi gündemlerini belirleme yönünde alacakları kararlar yeni süreçleri tetiklemelidir.
Yapılan eleştirileri de dikkatle değerlendirmek lazım. Bunlardan birincisi mahalleler için geliştirilen bu tip süreçlerin bütünden kopuk olduğu, dolayısıyla kazanımlarının o parçaya yönelik olacağı ve belki de bütünle çelişebileceği yönündedir. Böyle bir olasılık yok değildir ama örgütlülüğün kendi ahlakını oluşturacağını, bahsi geçen entelektüel birikimle ilişki içerisinde karşılıklı öğrenerek bu kaygının gerçekleşme olasılığını azaltacağını düşünüyorum. Dahası, bu süreçler içerisinde mahalleler arası ilişkilerin arttırılması, birlikte hareket edilmesi ve hak temelli bir yaklaşımın geliştirilmesi yönünde çeşitli adımlar atıldığı ve yol kat edildiği de hatırlanmalıdır.
Önceki ile ilişkili bir diğer eleştiri, bu tip yaklaşımların kendisini tamamen popülizme teslim edebileceği, bunun da planlamanın rasyonel yapısı ile bağdaşamayacağı yönünde. Planlamanın rasyonelliği üzerine çokça tartıştığımızı ve bu fikirden kısmen uzaklaştığımızı düşünüyorum öncelikle. Halkın katılımını dilimize pelesenk edip popülizmden korkmak olmaz! Halkın olduğu yerde popülizm zaten olacaktır. Ancak karşılıklı etkileşim ve öğrenme sürecini iyi yaşadığınızda ve kimseyi mağdur etmediğinizde halkın kısmen de olsa popülizmden çıkıp akılcı olana da yönelebileceğini düşünüyorum. En azından benim 5-6 yıldır yaşadığım deneyim buna işaret ediyor. Diğer yandan on yıllardır büyüme politikaları üzerinden geliştirilen metropoliten alanlarımızın biraz popülizme ihtiyacı olduğunu da düşünüyorum. Bugünkü şartlar altında, rasyonellik ve popülizm arasında bir denge arayışında olmamız gerekiyor.
Bir diğer ciddi eleştiri, aslında alternatif süreçler oluşturmamıza neden olan esaslarla mücadele etmemiz gerektiği. Bu esasları ister neoliberal düzen, ister bunun uzantısı olarak geliştirilen yasal mevzuat, ister yeni belediyecilik anlayışı, ister hak taleplerimiz üzerinden düşünebilirsiniz. Peki ama bu süreçleri deneyimleyen arkadaşlarımızın neredeyse tamamı bu esaslarla da mücadelelerini sürdürüyorlar zaten. Hatta bir kısmı bu süreçleri o esaslarla mücadele etmenin bir yöntemi olarak görüyor. Doğrudur, bu süreçlerin içerisine girdiğinizde zamanınızın çoğunu buraya ayırıp esaslarla mücadele alanlarının bir kısmından eksik kalıyorsunuz ama bu ikilinin birbirini destekleyen/besleyen mücadeleler olduğunu düşünüyorsanız, ortada bir sorun yok demektir. Yalnızca emeğimizi yoğunlaştıracağımız alan konusunda tercih hakkımızı kullanıyoruz ve aslında bu sayede daha yukarıdan tarif edilmiş süreçlerin tabanla buluşmasına da yardımcı oluyoruz. Örneğin, Başıbüyükle ilgili mücadele süreci, sağlıkla ilgili genel hak talebi mücadelesinde Başıbüyüklü kadınların da yer almasına vesile olmuştur.
Mahallelerde yaşayanlar için sahte umutlar yaratıldığına dair eleştiriyi anlamlı bulmuyorum. Bu bakış açısıyla, sahte umutlar yaratmamak üzere siyaset yapmayı, demokrasi ve hak talebi mücadelelerimizi topyekun bırakmamız gerekir. Aksine, tam da olmazı tahayyül edip umut eden kitlelere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum hızla yol almak adına.
Anlamlı bulmadığım bir diğer eleştiri de herkesin alternatif süreç kurgulamaya, daha somut olarak –her ne kadar ben bu tanımlamaya katılmasam da- alternatif plan hazırlamaya kalkışması ile ilgili... Böyle bir şeyin çok tehlikeli olduğu söyleniyor. Bunda nasıl bir sorun var bilmiyorum. Şahsen yukarıdaki çerçevede yapılacak her süreci ve bir kararlar manzumesi olarak ifade edilmek kaydıyla her alternatif planı ve savunduklarımıza yönelik yeni bir yaklaşım geliştirme iddiasındaki her somut projeyi desteklerim. Yukarıdaki çerçevede yapılmayanlar ise zaten halktan, ihtiyaç ve taleplerden kopuk olacak, amacından sapacak ve kamuoyu yaratamayacaktır. Dolayısıyla var olmaları hiçbir sıkıntı yaratmayacaktır. Doğrusu, yukarıdaki koşullar yerine getirilmediği sürece, kimsenin bu tip çalışmalara gireceğini zannetmiyorum. Eleştirenlerin gözden kaçırdığı bir nokta var ki tüm bu süreçler maddi manevi ciddi fedakarlık ister ve bu fedakarlıklar ancak kişisel ütopyalarla ve yaşama alışkanlıklarıyla ilişkilendiklerinde yapılabilirler.
Alternatif plan yapmak tehlikelidir, mahalleliyi birbirine düşürür, bunu bırakın afet planı yapalım, park yapalım vs diyen arkadaşlarımız var bir de. Alternatif gündem diye tanımladığımız tam da budur, mahalle kendi gündemini belirler ve afet planı isterse afet planı üzerinde, park isterse park üzerinde çalışılır. İlla adına “alternatif plan” diyeceksek bunun, plan da mahallenin tüm bu gündemlerini programlar ve gerçekleşmesi için somutlaştırır.
Tabi, “sen kim oluyorsun da benim yaptığım işe alternatif geliştiriyorsun” şeklindeki düzeysiz eleştirileri değerlendirmeye dahi almıyorum[15]. Bu tip alternatif çalışmaların içerisinde bulunan insanların, pazarından endişe eden insanlarla karşılaşacağı/yarışacağı vs. alan olmadığı gibi, konuşacağı kelime dahi yoktur!
Yaşanan süreçleri getirilen eleştirilerle birlikte düşündüğümde, alternatif süreçlere/gündemlere yönelik çalışmaları, tek başlarına hiçbir yeterlilikleri olmasa da, kentsel muhalefet süreçlerine ciddi katkıda bulunan anlamlı çalışmalar olarak görüyorum. Yapılan eleştirilerin bir kısmı önemli noktalara işaret etmekle birlikte kanımca bizi bir seçim zorunluluğuna itmemekte ama alternatif süreçler geliştirirken dikkatli ve hassas olmamız gereken konuların altını çizmektedir.
Bitirirken, bu yazının iki konusunu birbirine bağlamak isterim: alternatif süreçler/gündemler yaratmak, deneyimler ışığında, biraradalığı destekleyen önemli bir araç olarak da görülmelidir.
[1] Neden muhalifiz sorusunun yanıtı uzun ve tartışmalı. Bilinçli bir şekilde bu tartışmaya girmekten imtina ediyorum. Belki zamanla daha soğukkanlı hale geliriz ve başka bir yazıda bunu da tartışma imkanı olur. Şimdilik kısaca bir şeylerin yanlış gittiğini düşündüğümüzden diyelim.
[2] Bu farklılıkları ve iç çelişkileri detaylı olarak 2008 yılı Kasım ayında MSGSÜ’de düzenlenen DŞG Kollokyumunda E. Çavuşoğlu ile birlikte sunduğumuz bildiride ele almıştık.
[3] Örneğin geçenlerde Asuman Türkün hocam birbirimizi ne kadar kolayca uçlara ittiğimizden, dolayısıyla kendimize her tartışmada karşıt ürettiğimizden bahsetti. Asıl karşıtlarımızı bile dinleyip anlama gayreti gösterirken birbirimizi dinleme zahmeti bile göstermeden etiketlememiz ve diğerleştirmemiz hemen hepimizin ortak hatası...
[4] Bu bölümde tartışmayı içinde bulunduğum süreçler üzerinden sürdürmek durumunda kalacağımdan, ne yaparsam yapayım, taraflı bir yaklaşım oluşturma ihtimali yüksek. Bu yazıyı yazma amacımın tartışmayı başlatmak olduğunu düşünürsek, farklı yaklaşımları açıklayan yazılara bir davet olarak kabul ediniz bu ihtimali...
[5] Diğer yandan, bu süreçte zaman zaman ne yaptığını bilmek, dik durmak ve kamuoyu desteğini arkasına almak suretiyle müzakerenin de çeşitli kazanımlar getirdiği görüldü. Ayazma meselesinde geri adım atmaksızın çeşitli milletvekilleri ve yerel yöneticilerle sürdürülen görüşmelerin hak sahibi sayılmayan kiracılara hak sahipliği sözünün verilmesiyle sonuçlandığını unutmamak gerekir. İlkelerden taviz vermeden zorlanan çeşitli kişisel ilişkiler ve K. Çekmece Platformunun kararlı tutumu insanları sokaktan kurtarmıştır. Tabi bu genel bir kazanım olarak kabul edilemez ve yapılan yanlışları gidermez ancak kazanım sahibi kişiler için yaşamsal oldukları da görmezden gelinemez.
[6] Bunların ısrarla alternatif plan/proje olarak anılmasına da başından beri şiddetle karşı çıkıyorum çünkü bu betimlemelerin öncelikli hedef olan siyasal alanda etkili olacak bir örgütlü güç ve kamuoyu yaratma amaçlarını gölgelediğini düşünüyorum.
[7] Yapılan onca işin neden hiçbir kazanım yaratmadığı sorusuna doğrusu benim verecek bir yanıtım yok, hatta biraz da şaşkınım. Saptamam odur ki, sadece kamuoyu yaratmak üzerinden bu meselelere direnmek ve hak arayışında bulunmak yeterli değil. Siyasal alanın içerisinde yer alabilmeniz için öncelikle örgütlü ve birlikte hareket eden bir kitleye ihtiyaç olduğu kesin. Diğer yandan, yine kendi tespitlerim çerçevesinde Sulukule içerisinde bir örgütlenme çalışmasının, açıklamasına şimdi giremeyeceğim çeşitli gerekçelerle, karşılıksız kalacağını da söylemem gerekir. Yani, örgütlenememe hali Sulukule Platformunun bir yetersizliği olarak sunulmamalı, Platformun bu konudaki sürekli girişimleri göz ardı edilmemelidir. Maalesef tüm bu girişimler mahallenin meselesini sahiplenip hak talep etmesine vesile olamamış, Sulukule Mahalle Derneğinde birkaç kişi tarafından verilen mücadele de süreç boyunca aynı kişilerin üzerinde kalmıştır.
[8] Yapılanların bir kısmını sıralamışken Sulukule Platformu hakkındaki bazı tespitlerimi de belirtmeden geçmemeliyim. Benim Platform deneyimim onlar için yol yarılandıktan sonra biraz da şüpheyle başlamıştır. Şüpheyle çünkü platform çeşitli nedenlerle sık sık eleştiri almaktaydı. Eleştirilerin başlıcaları barınma hakkı sorununu etnik soruna çevirme, kendisini İstanbul’un diğer bölgelerindeki mücadelelerden ayırma ve halkın içerisine girmeden çok dışarıdan kararlar alma olarak sıralanabilir. Önceki dönemi bilemem ama platformun mahallenin ne kadar içinde olduğuna, buna rağmen mahallenin kendi sorununu sahiplenme konusundaki yetersizliğine ve diğer bölgelerdeki benzer mücadelelere de gücü yettiğince el vermeye çalıştığına bizzat şahidim. Barınma hakkı sorununun etnik bir meseleye çevrilmesi yönündeki eleştiri de tartışmaya açıktır. Platformun söylemi incelendiğinde ilk dönemlerde böyle bir eğilimin olduğu söylenebilir ama zaman ilerledikçe ve platform da öğrendikçe durum değişmiş etnik mesele barınma hakkı meselesinin ardından ya da en azından onunla birlikte konuşulmaya başlanmıştır. Diğer yandan, dönüşüm ile kimlik ilişkisi henüz yeterince tartışılmamış bir konudur. Dönüşümün yeterince örgütlenememiş Roman, Kürt ve Alevi bölgelerinde daha kolay uygulandığı yönünde bir hipotez bence çalışılmaya değerdir. Buna ilaveten Sulukule bölgesinin on yıllardır içinde yaşayan Roman toplulukla birlikte anılır olması bu vurgunun Platform tarafından daha kuvvetli bir şekilde yapılmasına neden olmuş olabilir.
[9] Bu metni okuyan plancı arkadaşlara, maalesef ilk kez karşılaştığımız böyle bir plan notunun mahallelerin dışlandığı süreçlere muhalefet etmelerinde ciddi bir hukuki dayanak oluşturduğunu belirtmek isterim.
[10] Komisyonun kapsayıcı ve temsili olmasına yönelik tartışmaların yapıldığı günlerde çoğunluğu alevi olan mahallede komisyon toplantısına cami imamının gelmesinin komisyonda yarattığı heyecan kapsayıcılık ve temsiliyet hedeflerinin hakikiliğini gösterdiğinden benim için çok önemlidir.
[11] Yine kapsayıcılığa yönelik başka bir girişimde kadınlara ulaşmanın güçlüğü nedeniyle sokak temsilcilerinin eşleri ile birlikte temsilci kabul edilmeleridir.
[12] Metin boyunca çeşitli nedenlerle vurgulamak istememekle birlikte bizden kasıt Dayanışmacı Atölye gönüllüleridir. Bu yazı ile hedeflediğim Dayanışmacı Atölyenin yaklaşımını aktarmak değil, süreci olabildiğince kendimi dışarıya alarak özeleştiri de içerecek şekilde tartışmaya açmaktır.
[13] Bu çalışmaya çeşitli meslek odaları, sivil toplum kuruluşları, üniversite birimleri, belediye birimleri, mahalle dernekleri, akademisyen, uzman ve öğrenci arkadaşlarımızdan yaklaşık 200 kişi ve mahalle içinden de 100’ü aşkın insan katılmıştır.
[14] Mahallelinin tamamı ile çalışma olanakları mahalle içi ve dışı kimi çevrelerin yaşanan süreci ısrarla alternatif bir fiziki plan oluşturma olarak algılamaları ve buna dayalı endişeleri nedeniyle azalmıştır. Amaç, fiziki plan çıkarmak olmadığından, bir süre çalışmalar beklemeye alınmış ve sürdürülmesinin mümkün olmadığı anlaşılınca da kesilmiştir. Fiziki plan çıkarmak amaçlansaydı mahalleli ile birlikte oluşturduğumuz bilgiler ve geldiğimiz aşama itibariyle bunu yapmak çok kolaylaşmıştı. Diğer yandan, bu yazı benim Gülsuyu Gülensu deneyimine geniş yer verdiğim ilk yazıdır. Bu bekleme halinin nedeni de mahallede yaşanmakta olan örgütlenme ve biraradalık sürecine zarar vermemekle ilgilidir. Şu an yazılıyor olması ise artık çalışmanın tamamlanma ihtimalinin iyice azalması sonucu süreci tartışmaya açmak ve deneyimlerden ders çıkarmak ile gerekçelendirilmelidir.
[15] Tırnak içindeki cümle STOP’un ürettiği proje üzerinden yapılan tartışmalar sırasında bizzat Sulukule projesinin danışmanlarından birisi tarafından söylenmiştir. Şehircilik ve mimarlık camiaları tarafından yerden yere vurulan projenin müelliflerinin, bu eleştirilerin karşılığı olarak uygulama projelerini de üstlendiklerini belirtmeden ve “pazarınız bol olsun” demeden geçemeyeceğim. Mesleki yeterlilik vs. peşinde koşturan, yenileme ve dönüşüm konuları açılınca mangalda kül bırakmayan ilgili meslek odalarımızın bu “yetersizlik” karşısındaki sessizliklerini de yine akıl tutulması ile karşıladığımı küçük bir not olarak düşeyim.
* Bu yazı 23 Şubat 2009 tarihinde www.planlama.org sitesinde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder