17 Haziran 2017 Cumartesi

Söylen(e)meyecek olan uçmAkderedir!

Unutulmak durumunda kalınan da uçmAkderedir!

-söylen(e)meyecek olan ve unutulmak durumunda kalınan,
bir kereliğine, Zıkkım eşliğinde ve yalnızca şiirle söylenir-

Bu girişten sonrası şiirdir...

...

aşkını –yıkılası tabulara- boşaltmış
ulu çınarın
salıncağından verdiğin resmi diktim bugün
pencerelerime...

uçmakdere

ben dikerken
sen
henüz oradaydın
hala oradasın
hep orada olacaksın...

pencerelerim kalacaksın hep!

meşenin dibinde suyu akmadan üzerindeki aşk dizelerini bekleyen çeşme
yıkıntı evinin damından hiç uçmayan leyleği besleyen kocası hasta kendisi yasta teyze
evim diye seçtiğim ve ilk önce pencerelerini diktiğim harabe

ile
bekleyeceğim seni
uçmakderede

yumuşacık sesinle uyanacağım her sabah
harabedeki döşeğimde
ve
buz gibi pınarında
ayılıp
ağlayacağım sensizliğe

bekleyeceğim seni
yaslı teyzeyle birlikte akmayan çeşmeden su doldurup taşıyacağım harabede

o gün uçmakdere
bu gün uçmakdere
her gün uçmakdere

pencerelerime diktiğim kör ve dolambaçlı vadi
çıkmaz hiçbir yere...

deme uçmakdere
...

söz anlam yitirdi...

aşkı çalınmış çınar, akmayan çeşme, unutulmuş ve kurtlanmış tütünler ile yıkılmış evler bacası artık tütmeyen,
coşup da kirini yıkamayan dere boyunu dolamış kavaklar, kıymetini bilmeyen keçiler,
ve bir de Godot’yu bekleyen teyze

söze hükmeder bundan böyle...

...

bütün evlerinden rum şarabı ile lakerda kokusu yayarım yine
sokaklarını çiçeğe bezerim
çeşmelerinden zemzem akıtır
derene huriler salarım...

yeter ki
“çokiyibişey olacağız ateşten” de!
yeter ki
oyna benimle!

...

“bütün –çıkmaz- sokaklarım sana doğru...”

ve yazık ki
ömür yetmez o sokaklardan birini sana çıkartmaya!

olsun!

diktiğim pencerelere bakar
ışık kaçıran delikleri seninle boyarım ben de...

kalabalığına içiyorum tek kişilik şarabımı...

yollarımdan biri
her hangi bir gün
erecek olursa
her hangi bir sana
yine

tanrım her neredeysen ver şu kuluna bir mucize...

söz veriyorum
diktiğim pencerelerin sökülmesine izin vermeyeceğim
ve şarabı artık yalnız seninle içeceğim...

...


sana biriktirdiğim günleri
meğer
sensizliğe sayacakmışım...

olsun!

tek kişilik bugün
ve birgün
- rumlar döndüğünde
- çeşme aktığında
- dere coştuğunda
- leylek uçtuğunda
iki kişilik olacak yine...

diktim pencerelerimi bir kere seninle
sökemem geriye...

aşka kestiğim anı şarapla besleyen
sen
ve
uçmakdere...

uçuçabildiğinyere...


mcy
beşiktaş
aşk mevsimi az geçmişken 2004


Vasiyet: Cemal Baba türbesinin duvarına yazıla...

SOSYAL BELEDİYECİLİK


--> -->
Murat Cemal Yalçıntan
Platon’un tam bir aristokrasiye karşılık gelen ideal devletinden bugüne çok yol aldık. Kanunları artık filozoflar, bilge kişiler değil sıradan insanların arasından seçilmiş meclisler yapıyor. İnsanlar acılarından kurtulmanın yollarını filozoflarda aramayı bıraktı. Krallara ve dine sarılan feodal devlet anlayışı da çok gerilerde kaldı. Devlet genel kabulüyle belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde siyasi bir iktidar altında örgütlenmesi olarak kabul ediliyor ve yaygın politik sistemi çerçevesinde cumhuriyetler şeklinde halkın egemenliğini kabul ediyor. Günümüzün yaygarası da demokrasi adı altında burada kopuyor ve tarımsal üretimde artı değerin oluştuğu dönemde başlayan ve giderek şiddetlenen sınıf çatışmaları, halkın egemenliğini kimin ve nasıl kontrol edeceğinin belirleyicisi oluyor. Emekçi sınıfların güç kazandığı dönemlerde devlet sosyalleşirken, piyasaların hakim olduğu dönemlerde sosyal kazanımlarımızın çoğu sıfırlanıyor.
Çoğulcu yaklaşım, devleti farklı gruplar arasındaki çıkar çatışmalarının pazarlıklar yoluyla çözüldüğü nötr bir alan olarak açıklıyor. Toplum içerisindeki eşitsizlikleri kabul etmekle birlikte, en zayıf grupların bile devlet içerisinde pazarlık fırsatı olduğunu öne sürüyor. Görünmez ele inanan liberaller minimum devlet söyleminden hiç vazgeçmiyor. Marksist yaklaşım, devletin toplumun kolektif çıkarlarını temsil eden bir kurum olduğu yönündeki liberal görüşe karşı çıktıktan sonra devleti sermaye gruplarını destekleyen bir mekanizma olmakla eleştiriyor. Buna göre, devletin esas görevi üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyet haklarının, dolayısıyla sınıflı toplumun korunmasından ibaret hale geliyor. Gücün sınıfsal eşitsizlikleri yok olduğunda da devletin kaybolacağı öngörülüyor. Anarşistler ise, devleti bir parazit olarak niteleyerek, devletsiz bir toplumun kendi kendini daha iyi idare edebileceğini iddia ediyor.
Devlet tartışmaları içerisinde önemli bir yeri de toplumsal sözleşme kavramı kaplıyor. Rousseau, geçerli olabilecek tek toplumsal sözleşmenin, küçük bir doğrudan demokrasi de olacağı gibi bireylerin kendi yaptıkları ve kabul ettikleri yasalara tabi olması olarak açıklıyor. Rawls ise kavramı, bireylerin temel özgürlüklerini çiğnemeyecek ve eşitsizlikleri gidermeye yönelik bir yeniden dağılımı sağlayacak kurumlara bağlıyor.
Bu farklı yaklaşımların ve aralarındaki tartışmaların işaret ettiği şu ki devlet ele geçirilmek üzere örgütlü mücadele gerektiren bir kurgu! Ancak bu şekilde devletin sizin çıkarlarınızı öncelemesini sağlayabilirsiniz.
***
Henüz 2005 yılında yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanununa göre, “belediye: Belde sakinlerinin mahalli müşterek nitelikteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ... kamu tüzel kişisi” anlamına geliyor. Mahalli müşterek nitelikteki sorunların neler olduğunu belediyelerin görevler listesinden anlıyoruz: “İmar, su ve kanalizasyon, ulaşım gibi kentsel alt yapı; coğrafi ve kent bilgi sistemleri; çevre ve çevre sağlığı, temizlik ve katı atık; zabıta, itfaiye, acil yardım, kurtarma ve ambulans; şehir içi trafik; defin ve mezarlıklar; ağaçlandırma, park ve yeşil alanlar; konut; kültür ve sanat, turizm ve tanıtım, gençlik ve spor; sosyal hizmet ve yardım, nikah, meslek ve beceri kazandırma; ekonomi ve ticaretin geliştirilmesi...” Bir de zorunlu olmadığı ama yapabileceği işler var: “Okul öncesi eğitim kurumları açabilir; Devlete ait her derecedeki okul binalarının inşaatı ile bakım ve onarımını yapabilir veya yaptırabilir, her türlü araç, gereç ve malzeme ihtiyaçlarını karşılayabilir; sağlıkla ilgili her türlü tesisi açabilir ve işletebilir; kültür ve tabiat varlıkları ile tarihi dokunun ve kent tarihi bakımından önem taşıyan mekanların ve işlevlerinin korunmasını sağlayabilir; bu amaçla bakım ve onarımını yapabilir, korunması mümkün olmayanları aslına uygun olarak yeniden inşa edebilir. Gerektiğinde, öğrencilere, amatör spor kulüplerine malzeme verir ve gerekli desteği sağlar, her türlü amatör spor karşılaşmaları düzenler, yurtiçi ve yurtdışı müsabakalarda üstün başarı gösteren veya derece alan sporculara belediye meclisi kararıyla ödül verebilir. Gıda bankacılığı yapabilir.”
Yine yasaya göre, belediyeler görevlerini yapmadıklarında ya da kötüye kullandıklarında Bakanlık haklarında soruşturma açabilir. Bu memlekette bu görevleri hakkıyla yerine getiren ve son dönemde yolsuzluk söylentilerinden arı kalmış kaç belediye vardır sizce? Yok değil mi! Peki Bakanlık görevlerini layıkıyla yapmaya çalışırken bir yandan da yine yasanın öngördüğü gibi belediye hizmetlerini vatandaşlara en yakın yerlerde ve en uygun yöntemlerle sunan, hizmet sunumunda özürlü, yaşlı, düşkün ve dar gelirlilerin durumuna uygun yöntemler uygulayan, hemşehrilerin belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma haklarını kollayan, yardımların insan onurunu zedelemeyecek koşullarda sunulmasına hassasiyet gösteren Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven’e neden soruşturma açar?
Bu soruşturma, devleti ele geçirme konusunda örgütlü mücadelemizin yetersizliğinden ve devletin sermayeyi koruma refleksinin, bir zamanlar Fatsa’da yaşandığı gibi iyi örnek çıkmasına bile müsaade etmeyecek şekilde gelişmişliğinden olmasın!
***
Osman Özgüven iyi bir insan ve iyi bir belediye başkanı. Zaten sosyal olması gereken belediyecilik anlayışını sosyalleştirmek için mücadele arkadaşlarıyla yasalar çerçevesinde uğraşıyor. Ücretsiz toplu taşımadan ucuz ekmek ve sağlık hizmetine, evlere kitap servisi yapan halk kütüphanesinden ulusal öneme sahip kültür ve bilgi şölenine, alternatif enerji kaynaklarımız arasında büyük değer teşkil eden jeotermal enerjiyi kullanma cesaretinden geleceğe dair öngörülü projelerine Türkiye belediyeciliğinde yaptıkları ve yapamadıklarıyla yıllarca konuşulacak. Hiç istemem ama bu ya da bundan sonraki seçimlerin birisinde yerini başka bir başkana bırakmak durumunda kalacak. O yeni başkan bu kadar iyi bir insan ve iyi bir belediye başkanı olmazsa ne olacak?
Sosyalliğin, belediyeciliğe (ve devlete) insanlar/başkanlar üzerinden bahşedilen bir sıfat olmaktan çıkıp işin doğası haline gelebilmesi için, örgütlü kitleler tarafından sürekli ve güçlü bir şekilde talep edilmesi gerekir. Yoksa, bütün kazanımlarınızı kaybetmeniz bir seçim mesafesindedir. Yani, bugün için en sosyal belediyecilik, haklarını talep eden ve kazanan örgütlü kitleler oluşmasını destekleyen belediyeciliktir. Belediyecilik, ancak bu şekilde sürekli ve hakiki bir sosyallikle kucaklaşır.
* Bu yazı 25 Şubat 2009 tarihinde Birgün gazetesi kent sayfasında yayınlanmıştır.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Kentte Olagelene Birarada Muhalefet İhtimali ve Kent Hakkı Kavramını Olgulaştırmak Üzerine...

Erbatur Çavuşoğlu & Murat Cemal Yalçıntan

2000’li yıllarla birlikte kentlerde yaşanan hareketli gündem, çoğu zaman büyük yıkım, sürgün ve eşitsizlikler üreten mekânsal müdahalelere dayanıyor. Bu müdahalelere karşı mücadele de farklı biçimlerde ve stratejilerle ortaya çıkıyor. “Kent Hakkı” kavramı ise birarada mücadele açısından önemli bir imkân sunuyor. Son dönemde bir arada mücadele üzerine yoğun tartışmalar sürdürülüyor, denemeler yapılıyor.

Biraradalığın İhtimali

Biraradalık, muhalif yapıların karşı çıkış noktaları üzerinden düşünüldüğünde, çok kolaymış izlenimi veriyor. Nihayetinde bütün muhalif aktörlerin karşı çıktığı süreçler üç aşağı beş yukarı aynı. Biraradalığı ihtimalsizliğe kilitleyen ise “nasıl bir kentsel muhalefet” sorusu. Karşı çıkmanın yöntemi hedeflere ve hedeflenen kitlelere ilişkin bir tercih... Tabi bu ayrışma üzerinden bir çatışma çıkması çok da şaşırtıcı değil.

Bourdieucu [2007] terimlerle konuşacak olursak Kentsel Muhalefetin bizzat bir “alan” olduğunu, bu alanın “eyleyicilerinin” (aktörler) kendi zihin ve bedenlerine gömülü yatkınlıklarına yani habituslarına göre bu alan içinde konum aldıklarını, alanın sınırları, yapısı ve ele geçirilmiş konumları ile eyleyicilerin habituslarının birbirini karşılıklı olarak belirlediğini ve sonuçta kentsel muhalefet alanı içinde bir iktidar ve mücadele sürecinin yaşandığı söylenebilir.
Bu çatışmanın kentsel muhalefeti geliştirici, zenginleştirici, sağlıklı bir süreç olarak işleyebilmesi için biraradalığın esasını hedefleri karşı çıktığımız eşitsizlik, adaletsizlik, mağduriyet vs. hallere, hedeflenen kesimleri ise bu süreçlerle karşı karşıya kalan gruplara kilitlemek olduğunu düşünüyoruz. Daha açık bir ifadeyle, halkın içinde ve halkla birlikte geliştirilecek bir söylem ve ütopya üzerinden doğrudan mevcut sistemin yarattığı sorunları hedefleyen ama ütopya kurmayı, iktidar hedefini oluşturmayı ve bu hedefin peşinden koşmayı sürece ve daha önemlisi söylemin kurulmasında esas olacak halka bırakan; halk kavramını mavi yakalı işçilerle birlikte, düşük ücretli beyaz yakalı kesimlere, öğrencilere ve hatta kentsel müdahalelerden olumsuz etkilendikleri son dönemde açıkça ortaya çıkan orta gelir gruplarına yayan; dolayısıyla muhalif söylemini de tüm bu kesimleri kapsayacak şekilde revize eden; bu revizyon sonucu söylem, hedef ve hedef kitle konusunda ortaklaştığı ve yakınlaştığı muhalif kesimlerle ilişki kuran, nihayet kent hakkı kavramı üzerinden sürekli bir mücadele alanı açan bir kentsel muhalif birlikteliğin oluşabileceğini ve bugünkü halinden çok daha güçlü ve inandırıcı olacağını iddia ediyoruz.

Ancak bugünkü haliyle kentsel muhalefetin önemli bir kısmı hedefini iktidar üzerinden kuruyor, hedef kitlesini de bu iktidarda “taşıyıcı” gördüğü kesimler olarak belirliyor. Hedefe ulaşmada kullandıkları yöntem ve araçlarda ortaklaşmadıkları bütün gruplar ise revizyonist, karşı devrimci, geleneksel solcu vs. olarak damgalanıyor ve yersizce/acımasızca eleştiriliyor, kafalar karıştırılıyor. Nihayet sıfır toplamlı bir sonuç oluşuyor; kentsel muhalif bir grubun büyümesi diğerlerinin zayıflamasına ya da bir yerdeki mücadele hattı bir grubun diğerinin yerini almasına bağlanıyor. Böylece, kentsel muhalefet, tam da genel sol siyasetin yaşadığına benzer olarak, parçalanıyor/parçalı kalıyor, kitleselleşemiyor ve toplumun geniş kesimleri üzerinde güven oluşturamıyor. Oysa genel sol siyasetin önünü açacak potansiyelleri içerisinde taşıyor.

Hardt ve Negri’nin “kent sürekli kuruluş süreçlerinde eklemlenen çoğul toplumsal çatışmalar aracılığıyla biçimlenmiş bir kurucu iktidardır” tespitinden hareketle, sürekli kuruluş süreçlerinde yer almak istiyorsak toplumsal muhalefetin ortak ilkelerini birbirinden çok farklı motivasyonları, hedefleri, yöntemleri ve sorunları olan muhalif aktörler arasında yaşanacak çatışmalara rağmen kurmak zorundayız. Bu çatışmaları nasıl olumlu algılayıp yönlendirebileceğimize kafa yormalıyız.

“Radikal demokrasinin amacı demokratik devrimi derinleştirmek ve farklı demokratik mücadeleleri ilişkilendirmek ise, böyle bir misyon ortaklaşmaya izin verecek yeni öznel pozisyonlar gerektirir. Öznel pozisyonların talepleri demokratik denklik ilkesine uygun olarak eklemlenebilir. Bu, belirlenmiş çıkarlar üzerinden bir ittifak kurma haline karşılık gelmez; güçlerin üst kimliklerini ortaklaştırma çabasıdır...” (Mouffe, 1993)

Çoğul ve dağılmış mücadele alanları üzerinde farklılaşmış siyasal ölçekler (sokak ve mahalle ölçeğinden kent, ulus-devlet ve hatta küresel ölçeğe kadar) söz konusuyken, muhalif aktörler arasında birleşen, çözülen ve yeniden birleşen gruplar varken, biraradalık ancak birbirine bağımlı, eşit ve özerk mücadele alanları üzerinden kentsel hakların talebi ile mümkün olabilir. Gramsci’nin yıllar önce önerdiği, toplumun çeşitli kesimlerine doğru genişleyen birlikler oluşturmak ve siperden sipere mücadele etmek suretiyle karşı hegemonik bir blok oluşturmak bugün için kaçınılmaz bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu talebi de Platoncu bir yaklaşımla düşünmek, erişilmez adalet ve özgürlük yerine kent haklarını koymak ve kent haklarını nihai ve kesin bir evre olarak varolamayacağının ön kabulüyle ona doğru yaşamak, bunu bir yaşam biçimi haline getirmek gerekir. Ancak bu şekilde toplumla kentsel muhalefet arasında sıkı bir bağ kurulabilir ve birbirinden çok farklı özelliklere sahip muhalif aktörler gereğinde birarada varolabilir.

Barınma Hakkının Ötesine Geçmek

Son dönemde sık sık kullandığımız ve yasal karşılıkları da olan barınma hakkı kavramı çok önemli ve belki de en temel hak talebinin altını çizse de tek başına bu biraradalığı sağlamada ve toplumla ilişki kurmada yeterli bir kavram değil. Kavram, coğrafyamızda mülkiyet ile de doğrudan ilişkili olduğundan yönteme dair ciddi tartışmaları beraberinde getiriyor. Savunmaya devam edeceğimiz barınma hakkı kavramını önce mülkiyet bağımlılığından çıkarmak, sonra da genişletmek durumundayız. Örneğin Sulukule için hazırladıkları yayınlanmamış bir raporda Akkan ve Kayhan [2008] barınma hakkı kavramını mahalle ile ilişkilendirmek suretiyle başka haklarla iç içe geçiriyorlar:

[Kavram, salt] “baş sokacak ev olarak değil tüm kültürel, sınıfsal, sosyal taleplere uygun mekânlarda yaşama hakkı olarak tanımlanmaktadır... Barınmak bu mahallelerde yaşayan insanlar için; yaşam biçimlerini olduğu haliyle korumak, sosyal dayanışma ağlarını ayakta tutmak, geleneksel istihdam yapılarını muhafaza etmek anlamına geliyor. Mahalle temelli yaşam, onların hem tarihsel köklerini koruyan hem de kültürel ve sosyal ağlarını yaşatan bir [olgu] olarak barınma anlayışlarının merkezine oturmaktadır. Bu bağlamda, mahalle yaşamını bir bütün olarak ele almak ve bu yaşamın devamlılığının sağlanmasının bir barınma hakkı meselesi olduğunun altını çizmek gerekir.”

Böyle bir okuma hak olanı konuttan mahalleye taşırken bu anlamda tartışmaya değer bulduğumuz ve bizi bir sonraki ölçek olan kente taşıyacağını düşündüğümüz bir sorular dizisi ortaya çıkıyor: Mahalle siyasal bir oluşum olarak öz örgütlülük ve karar alma kapasitesi üzerinden yeniden tanımlanabilir mi? Bu hal, mahallenin içinde bulunduğu kente dair yeni kaygılar üretmesine ve karar süreçlerine etki etmeye başlamasına vesile olabilir mi? Bu iki sorunun olumlu yanıtı halinde, mahalleler zaman içerisinde siyasal açıdan güçlenerek kentsel mekânın kontrolünü ele geçirebilir mi? Bu sorulara kentsel muhalif gruplar açısından kritik önemde bir soru daha eklenmeli: Mahalleler arasındaki farklılıklar da düşünüldüğünde, bütün bu sürecin tek bir grubun kontrolünde ilerleme ihtimali var mıdır, yoksa bu ihtimal süreci destekleyen grupların birbirlerini yok saymayan ve itelemeyen çokluğu ve çeşitliği halinde mi artar?

Kent Hakkı: Kentsel Mekânın Kontrolü

Lefebvre 1968 yılında ilk kez kent hakkından bahsederken, kavramı bütün kent ve kentleşme süreçlerini belirleme/kontrol etme hakkı olarak tanımlamıştı. Henüz küreselleşmenin lafının edilmediği bir dönemde kentleşmenin sanayileşme süreçlerinden koptuğunu ve kapitalist kentin dünya üzerinde tam kentleşmeye doğru yol aldığını (Tam kentleşme halinde kırda yaşayan insanın kalmayacağı ve dünyadaki bütün insanların kentlerde yaşayacağı bir hipotez olarak öngörülüyor), bunu da devlet ve sermayenin kentsel mekânı kontrol etmesi üzerinden sürdürdüğünü/sürdüreceğini anlatıyordu. Yunan kentlerinde agora etrafında örgütlenen ve pazaryerinin kent merkezine girişini engelleyen politik kentin zaman içerisinde Avrupa kökenli pazaryeri etrafında örgütlenen kente yenik düştüğünü aktarıyor, kent hakkını yeniden politik kente dönüşle de ilişkilendirip kentsel mekânı belirleyen güç ilişkilerini yeniden yapılandırarak kontrolün devlet ve sermayeden kent insanına geçişi olarak tarif ediyordu. Yer yer bir politik proje ya da ütopya olarak da nitelendirilen kent hakkı üzerinden kentsel karar mekanizmalarının yeniden yapılanması ile bütün kent yaşayanları kentsel siyaset içerisinde yerini alacak ve yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olacaklardı. Lefebvre, kent hakkını gündelik hayatla da ilişkilendirerek, anların ve yerlerin eksiksiz kullanımını sağlamak üzere kentsel yaşama, yenilenmiş bir merkeziliğe, karşılaşma ve değiş tokuş mekânlarına, yaşam ritimleri ve zaman kullanımlarına erişim ve bunları yaşayanların isteğine göre değiştirme hakkı olarak açıklıyordu. Kentlerde yaşayan ve çeşitli farklılıklar barındıran bütün insanları ama özellikle tehdit altındaki grupları hedeflemesi de demokrasinin çoğunluğun diktasına dönüşme potansiyelinin önüne geçme gayretiydi.

Son yıllarda politik kent yukarıda sayılan muhalif yapıların da etkisiyle giderek kendine geliyor ve devletin ve sermayenin kontrolüne karşı çıkışlar güçleniyor. Bu çerçevede kent hakkı kavramı da yeniden tartışılır oldu. David Harvey’in [2008] bu bağlamdaki makalesi yerel siyasetin geleceği açısından Lefebvre’in üzerine yeni açılımlar sağlıyor. Harvey’e göre kent ve kentleşme süreçleri artı değer kullanımının ana kanallarından birisi haline gelmişse, kent hakkı, bu artı değerin kullanımı üzerinde demokratik bir yönetim kurmak anlamına gelir. Kent hakkı, kentsel kaynaklara erişime yönelik bireysel özgürlüklerin çok ötesinde kenti değiştirmek suretiyle kendimizi değiştirme / kendi geleceğimizi belirleme hakkıdır. Harvey, bu hakkın bireysel değil ortak bir hak olduğunun altını çizer ve en kıymetli ama en çok ihmal edilen insan hakkı olduğunu ilan eder.

Harvey’e göre kent hakkı bugün küçük bir siyasal ve ekonomik elit grubun elindedir ve geri kazanılması gerekir. Bu geri kazanma sürecinde kent hakkı kavramı üzerinden birlikte muhalefet olasılığını tartışır. Kentleşme süreçlerinde artı değer üretimi ve kullanımı üzerine odaklanan ve bunun kimler tarafından yönetileceğini sorgulayan kent hakkı kavramını, geniş bir toplumsal hareketin inşası için kent hakkının demokratikleşmesini sağlamak, kentsel mekânı almak ve yeniden üretmek, kamusal alanları yeniden kazanmak / korumak üzere çalışan bir slogan ve politik bir ideal olarak tanımlar.

***

Kentlerin bir geleceği olsun istiyorsak; bu geleceği kendi kontrolümüzde tutmak istiyorsak, kent hakkını çeşitli vesilelerle dile getirip peşi sıra çalışmalar yürüten kentsel muhalefetin içinde yer alan formel ve enformel yapıların birbirini beğenmeme, iteleme, öteleme hakkı yoktur. Bu hakka sahip olan ancak bu grupların hedeflediği kesimler olabilir. İnsanları harekete geçirmek, çok büyük agoralar oluşturmak ve oluşturduğumuz agoralarda kitlesel politik eylemler gerçekleştirmek zorundayız. Kentsel muhalefetin asli görevi Bourdieucu bir yaklaşımla oyun alanını genişletmek ve demokratikleştirmek üzere mücadele etmektir. Bu da mahallelerin bizzat “alana” katılması ve habituslarına göre konum alması ile mümkündür. Kent hakkı ancak bu şekilde bir ideal olmaktan çıkar ve olgulaşır, olgulaştıkça da kendini yeniden tanımlar.

Kaynakça:
Akkan, B.E. & Kayhan, A. “Sulukule için Sosyal Değerlendirme”, yayınlanmamış rapor, 2008.
Bourdieu, P, & Wacquant, L., Düşünümsel Bir Antropoloji için Cevaplar, İstanbul, İletişim, 2007.
Hardt, M. & Negri, A. [2001] Empire, Harvard University Press, Massachusetts.
Harvey, D. “The Right to the City”, New Left Review, 53, 2008.
Lefebvre H. Le droit à la ville. Paris, Anthopos,1968.
Mouffe C. Return of the Political, London, Versus,1993.

9 Ocak 2010 Cumartesi

“SAHNE SENİN İSTANBUL”


“SAHNE SENİN İSTANBUL”
Murat Cemal Yalçıntan

Küçük hayatlar yaşıyoruz eni topu… Çeşitliliğe aç…
Kentler de, çeşitliliğe aç yaşadığımız küçük hayatların toptan pazarlandığı sahneler işte...
Yeni keşfettiğimiz kültür endüstrilerinden doğma Kültür Başkentinde sahne alacak bu sene küçük hayatlarımız!
Farklılıklar belki de ilk kez değerlenecek bu coğrafyada uzun zaman sonra…
Pazarlamanın tüm hilelerini tadacağız küçük hayatlarımızda… Cilalanacağız, parlatılacağız, süslenip püslenecek, görücüye çıkacağız…
Farklılıklarımızla, toptan pazarlanacağız…
***
Neymiş efendim? İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkentiymiş...
İstanbul 2010’a Fener Rum Patrikhanesi ve Ruhban Okulu tartışmaları, (düzenine ve temizliğine duyulan kıskançlıktan olsa gerek) tahrip edilen azınlık mezarları, sonlanmayan Hrant davası, sokaklarda artan Kürt gerilimi ile girmiş!
Neymiş efendim? Avrupa Kültür Başkentiymiş...
İstanbul 2010’a Sulukule’yi ve Roman mahallelerini silme yok ederek girmiş! Gözünü de Tarlabaşı’na, Fener’e, Balat’a dikmiş!
Neymiş efendim? Kültür Başkentiymiş...
İstanbul 2010’a elit bir küresel merkez olma hedefiyle, hırsını bir türlü alamadığı, Anadolu’nun çeşni kültürünü kendisine taşıyan gecekondularla savaşarak girmiş!
İstanbul’u Avrupa’ya ve hatta dünyaya hem de her daim kültür başkenti yapanlar Osmanlının yağma kültürünü unutmuş, Türkün 6–7 Eylül marifetini hafızalarından silmiş!
Utanmamışlar, İstanbul’u kültür başkenti ilan edenlerin işaret edebildiği tek özellik olan o muhteşem anıtsal eserlerin Ermeni ustalardan ya da onların Türk çıraklarından olma olduğunu nihayet kabul edip, Ajansın projeleri arasına Ermeni ustalara dair bir sergi sıkıştırmış, tahammül kültürlerini de ifşa etmişler!
Söz konusu sermaye olunca Sünni Türk kültüründen başkasına bile tahammülü olan kültür başkenti sloganını kaçırmışlar!
***
Kültürün TDK Sözlüğündeki altıncı anlamının; uygun biyolojik şartlarda bir mikrop türünü üretmek olduğunu biliyor muydunuz?
***
Eni topu, küçük hayatlarımızla toptan içine ettiğimiz ve bize sunduğu uygun biyolojik şartlarla mikrop ürettiğimiz güzel bir sahne İstanbul!
Çeşitliliğe aç küçük hayatlarımız sermayenin evrensel kültür sahnelerinde pazarlanmaya alıştıkça, mikroplarımız azalacak, sahneden sahneye koşacağız işte…
Küçük hayatlarımız Sünni Türk’ün ve sermayenin ulu kültür başkentine armağan ola!
Sahne senin İstanbul…
Utanma!

Birgün Kent 8 Ocak 2010

12 Aralık 2009 Cumartesi

SOSYAL AKBABA


SOSYAL AKBABA
Murat Cemal Yalçıntan
12 aileye sürekli gıda desteği...
15 hastaya ilaç ve tedavi desteği...
3 takım eşofman, 36-38-40 numara 3 ayakkabı, kilim, 3 battaniye, ayaklı lamba, iç çamaşırı, leğen, tava-tencere ve ufaklığa bir darbukadan oluşan evinden çıkarılmış bir aileye acil ihtiyaç desteği...
Yaşı reşide ermiş çokça insana nüfus kağıdı, evlenip bunu kağıda dökmemiş çokça çifte evllik cüzdanı, hiçbir sosyal güvencesi olmayanlara yeşil kart çıkarma işlemleri...
Yıkıntıların arasında dolaşan iri kıyım sıçanlardan, sağa sola savrulmuş çöplerden kaynaklanabilecek hastalıklara alınması gereken önlemler...
Büyük bir çoğunluğu İstanbul’un göbeğinde hastane görmemiş nüfusa sağlık taraması...
Ev sahibi ile anlaşma yapıldıktan sonra yıkılan evleri boşaltmak durumunda kalan kiracıların hali...
Yıkımlar sırasında yanlışlıkla yıkılan komşu ev ve dükkan duvarlarının tamiri...
Ebeveynsiz çocuklardan oluşan haneler...
Çocuksuz ve gelirsiz yaşlılardan oluşan haneler...
Kocası hapiste çocuklarını eylemeye çalışan kadınların haneleri...
Oyun çağında insanlık dışı şartlarda çalışmak zorunda kalan kız ve erkek çocuklar...
Sokak aralarında yıkılmış evlerin briketlerinden inadına kale yapan ve top tepiştiren çocuklar...
Neredeyse yarısı müzisyen ve dansçı olan ama her nedense yarısından çoğu işsiz kalmış bir nüfus...
Vatandaşı olduğu devletin yasalarında, parçası olduğu toplumun gözünde sürekli ayrımcılığa uğramış bir topluluk; kültür...
...
Ne demişti sayın başbakan! Dünyanın en sosyal projesi miydi Sulukule’de geliştirilen? Yukarıdaki manzaranın yarısından proje öncesi uygulanan ayrımcı politikalar sorumluysa, yarısından o “en sosyal proje” sorumludur!
Ne demişti sayın başbakan! Mahalleye gitmeden palavra üretenler mi? Yukarıda yazılan ve yukarıya sığmayacak kadar çok sayıdaki sorunların her biri mahalleden çıkmayan, kendi bebesinin önüne mahallenin bebelerini koyan sivil gönüllülerce tespit edilmiştir! Birgün mahalleye gitmek isterse sayın başbakan; kendisini o gönüllüler tek tek afet koşullarında yaşayan ihtiyaç sahiplerine götürebilir!
...
“Sonra, evinden arda kalan yıkıntıların içinden bir taş parçası aldı çocuk ve evin tam karşısına tünemiş, ayrılmasını bekleyen akbabaya fırlattı!”
...
Devlet, bu coğrafyanın yoksullarıyla ne zaman barışacak?
* Birgün kent sayfasında yayınlanmıştır.


2009 Yerel Seçim Sonuçlarını Okumak

2009 Yerel Seçim Sonuçlarını Okumak*

Murat Cemal Yalçıntan
muratcy@msu.edu.tr

Seçim sürecinden arda kalan ilginç saptama ve sorularım var…
1. Türkiye seçim haritası çok net sonuçlar veriyor. CHP kıyı kentleri dışında başarılı olamazken, AKP kıyılara indikçe etkinliğini yitiriyor. Görece kalkınmış batı Anadolu ve Trakya tercihini genelde CHP’den yana kullanırken, görece geri kalmış bölgelerin tercihi, güneydoğu dışında AKP ve MHP. DTP, bölgesinin kesin hakimi. Kafası en karışık bölge ise Karadeniz... Bu argümanların her biri siyasal gerekçeleri açısıdan incelenmeye değerdir.
2. Krizin daha çok görece kalkınmış bölgeleri vurduğu düşüncesinden hareketle, sanayileşmiş batı Anadolu’da artan CHP hakimiyeti ve bu bölgede, diğer bölgelerin aksine, AKP’nin kazandığı kentlerde bile kan kaybetmesi seçim sonuçlarının kriz ile ilişkilendirilebileceğine işaret eder.
3. Öyle olmasını isteyen bir kesimin ısrarla vurgulamaya çalıştığının aksine, AKP bu seçimlerden hiç de başarısız çıkmamıştır. AKP geleneği, giderek merkeze yönelerek de olsa, İstanbul, Ankara gibi büyükşehirleri 1994’den beri yönetmektedir. Kazanılan bu seçimler 4. dönem anlamına gelir ve iktidar partilerinin yıpranmasının genel bir kabul olduğu düşünülünce dört dönem üst üste zor ve karmaşık metropolleri yönetme hakkını elde etmek küçümsenecek bir başarı değildir. Bu gelenekten önce ve darbe sonrası dönemde İstanbul’u yöneten ANAP ve SHP’nin yönetim dönemlerinin bir ile sınırlı kaldığı unutulmamalıdır.
4. Türkiye seçim haritası ve sonuçları, AKP seçmenin gözünde merkez bir parti haline gelmiş midir sorusunun yanıtını da vermektedir. Batı Anadolu seçim sonuçları incelendiğinde, 2004 seçimlerine katılmış ANAP ve Genç Parti gibi bugün eriyen merkez sağ partilerin seçmen tercihinin AKP değil CHP olduğu, DP oylarının ise sabit kaldığı görülüyor. Dolayısıyla AKP, batıda merkez sağ parti kimliğini hala kabul ettirememiştir. Bu eğilimin aksine, AKP, batı Anadolu dışında kalan bölgelerde MHP ile birlikte merkez sağın neredeyse bütün oylarını toplayabilmektedir. Bu yönüyle geçmişte ANAP ile DYP için yapılan kent partisi, taşra partisi ayrımı yeniden üretilebilir ve AKP, DYP’nin koltuğuna yakıştırılabilir. AKP’nin metropoliten kentlerin göçle oluşmuş bölümlerinden aldığı geleneksel destek de bu argümanı güçlendirir. Bu çözümleme AKP’nin önüne iki tercih koyar: ya kendisini olması gerektiği gibi DP-AP-DYP geleneğinin devamı şeklinde muhafazakar bir taşra partisi olarak konumlandırır ve bundan sonra daha mütevazi başarılarla yetinir ya da ANAP’ın yaptığı gibi muhafazakarlığın yanına liberal demokratlığı yedirme ısrarını sürdürerek komik durumlara düşmeyi sürdürür ve çözülme sürecini hızlandırır. Siyasete tüccar mantığı ile yaklaşan, “hizmet verdik oy alalım” zihniyetindeki bir siyasal partinin kendi alanını tespit edip oraya çekilmesi, bu ülke için olacağı kadar kendisi için de hayırlı olur!
5. “CHP ödünç verdiği oyları topladı ve başarılı oldu” yorumu çok iyimser. CHP’nin batı Anadolu ve Karadeniz dışında bırakınız ödünç verecek oyu, neredeyse oyu bile bulunmamaktadır. DTP’ye bölge partisi demekte beis görmeyen CHP’nin, şapkayı önüne koyup düşünmesi gerekir. Diğer yandan batıda artan oy oranı da bu kadar baskıcı ve emekçiye sırtını dönmüş bir dönemin ardından, hem de ekonomik krizin eşiğinden geçerken, hiç de olması beklenecek bir sıçramaya karşılık gelmez. Dolayısıyla CHP başarılı ilan edilemez. Batı Anadolu’da artan CHP oylarını, seçmenlerin AKP ile CHP arasında kutuplaşması ve seçime katılım oranının artması üzerinden yorumlamak CHP için daha gerçekçi olacaktır. Seyrek de olsa örgütün ve adayın seçmenle kurduğu ilişki biçimi üzerinden elde edilen başarılar genellenerek yorumlanırsa, gelecek seçimler CHP için yeniden hüsran olur, çünkü CHP ödünç oylarını geri almamış, aksine merkez sağdan ödünç oy almıştır. Bu oyları tutmak ve arttırmak için ciddi bir seçmen memnuniyeti yaratmak zorunludur. Kılıçdaroğlu için yapılan Gandhi benzetmesi komik, Ecevit benzetmesi için ise çok erkendir. Tekin’in örgütle mucizeler yarattığı söylemi de henüz bir şehir efsanesinden öteye gidemez; önümüzdeki 5 yılda kanıtlanması gerekir. Baykal’ın kolay kolay bu ikilinin önünü açmayacağı gerçeği de öylece dururken, “CHP beklenen açılımı ve sıçramayı yaptı” söylemi dayanaksızdır.
6. İstanbul üzerinden yapılabilecek bir değerlendirme ile seçmenin tercihinde belirleyici olan etkenleri tartışmak mümkün. Daha eski kentli, iş sorunu olmayan ve eğitimli kesimin AKP karşıtı bir tavır içerisinde Kadıköy, Beşiktaş, Şişli ve Bakırköy gibi kaleleri geçilmez hale getirdikleri görülüyor. Temel ihtiyaçların neredeyse tamamen karşılanmış olduğu, gecekondulaşmaya bağlı imar ve mülkiyet sorunlarının neredeyse kalmadığı bu ilçelerde hizmet beklentisi seçmen davranışında belirleyici değil. Bu grubun tam aksi istikamette kutuplaşmış ikinci bir gruptan da söz etmek mümkün. Cemaatlerin etkin rol oynadığı bu ilçelerde AKP, Saadet Partisinin özüne döndüğü izlenimi veren önemli gayretlerine rağmen başarısını sürdürüyor. Sultanbeyli, Bağcılar, Fatih, Eyüp, Üsküdar bu grubun öne çıkan ilçeleri.
Büyümesini gecekondulaşma üzerinden sürdürmüş ilçelerin gündeminde kentsel hizmetler de var: K.Çekmece, Ümraniye, Bağcılar, Bahçelievler, Gaziosmanpaşa, Bayrampaşa, Beykoz gibi ilçelerde çamurlu yollardan parke taşa geçiş, şebeke suyu, aydınlatma elemanı gibi temel hizmetler halen seçmen davranışında etkili. Son 2-3 dönemde bunları kendilerine sağlayan AKP geleneğinin bu ilçeleri yeniden kazanması bu argümanı destekliyor. Yine bu grubun özelliklerini sergileyen ama bu seçim döneminde CHP tarafından yönetilecek olan Kartal, Maltepe ve Sarıyer’in ise kendi belirlediği bir gündemi var: Kentsel dönüşüm. Bu ilçelerin çeşitli mahallelerinde 5 yıllık belediye dönemi boyunca sürdürülen kentsel dönüşüm faaliyetleri kanımca AKP’nin bu ilçeleri kaybetmesinde açıklayıcıdır. Kentsel dönüşüme konu olan mahalleler kentsel dönüşümü seçim sürecinin en önemli bileşeni haline getirmiş, adayların tamamını kentsel dönüşüm üzerine düşünmeye zorlamıştır. Konunun gündemde kalması, doğal olarak dönüşümün uygulayıcısı AKP’ye zarar vermiş ve seçmen de tercihini AKP’nin alternatifi konumundaki CHP’den yana kullanmıştır. Bu noktada başarı CHP’nin değildir ve “CHP’nin kazanması bu mahallelerin kurtuluşu anlamına gelir” kolaycılığına düşmemek gerekir. Asıl vurgulanması gereken, dönüşüm mahallelerinde yerel aktörlerin taahhütnameler, toplantılar, mitingler ve çeşitli eylemliliklerle siyasal partiler üzerinde baskı oluşturarak seçimin gündemini değiştirmeyi başarmış olmalarıdır.
Kadir Topbaş’ın seçim sonrası yaptığı konuşma bu yönden ilgi çekicidir: Topbaş konuşmasında yeni döneme dair tek bir vaatte bulunmuştur: “Daha katılımcı ve şeffaf bir yönetim…” Kartal, Maltepe ve Sarıyer’in verdiği tepki, AKP ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi kurmayları tarafından yorumlandığında bu vaadin desteği haline gelecektir. Merkezi yenileme alanları için olmasa da, gecekondu bölgelerindeki kentsel dönüşüm uygulamaları için daha yumuşak bir döneme geçtiğimizi şimdiden müjdeleyebilirim. Umarım siyaset alanı üzerinde baskı oluşturup gündem belirleyen bu kamusal alanlar sürekli olur ve giderek çoğalır…

* Birgün Kent sayfasında yayınlanmıştır.

ÜÇÜNCÜ KÖPRÜYÜ YENİDEN OLUŞTURACAĞIMIZ AGORALARDA TARTIŞMALIYIZ!

ÜÇÜNCÜ KÖPRÜYÜ YENİDEN OLUŞTURACAĞIMIZ AGORALARDA TARTIŞMALIYIZ!*

Doç. Dr. Murat Cemal YALÇINTAN
Mimar Sinan Güzel Sanatlar üniversitesi
muratcy@msu.edu.tr

Üçüncü köprü tartışmaları ikinci köprü yapıldığı gün başlamıştı. 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında Koç Üniversitesinin yer seçimi ve bu seçimin meşrulaştırılması üzerinden yerel siyaseti okumaya çalıştığım doktora çalışmam süresince İstanbul’un kuzeyine yapılan yatırımların üçüncü köprü söylentileri ile çok güçlü bir şekilde ilişkilendiğini tespit etmiştim (Yalçıntan, 2005). Bir yandan da ne zaman köprü tartışması alevlense açığa çıkan bir gerçek var: Konu ile ilişkili hiçbir uzman bugüne kadar karayolu köprü geçişlerini desteklemedi, hiçbir bilimsel ve mesleki çalışma bunun faydalarına dair bir bulguya rastlamadı! Zaten üçüncü köprünün toplam trafik içinde yalnızca %3’lük bir dilime karşılık gelen transit trafik için düşünüldüğü defalarca beyan edildi ama bunun İstanbul trafiğine nasıl bir rahatlama sağlayacağı ve kuzey ormanları ve su havzalarındaki yok oluşu hızlandırmaya değip değmeyeceği gündeme bile alınmadı!
Net bir şekilde söylemek gerekir ki, üçüncü köprü siyasetçilerin ve sermayenin projesidir ve kentin yaşayanlarının ihtiyaçları ile ilişkisizdir. Dolayısıyla tartışmanın teknik ve mesleki tarafı sonuçsuz bir gayret olarak kalmaya mahkûmdur; üçüncü köprü siyaset üzerinden tartışılmalıdır…

Mekânın Kontrolü Üzerinden Kentleşme ve Kent Hakkı Kavramı

Lefebvre 1968 yılında ilk kez kent hakkından bahsederken, kavramı bütün kent ve kentleşme süreçlerini belirleme/kontrol etme hakkı olarak tanımlamıştı. Henüz küreselleşmenin lafının edilmediği bir dönemde kentleşmenin sanayileşme süreçlerinden koptuğunu ve kapitalist kentin dünya üzerinde tam kentleşmeye doğru yol aldığını, bunu da devlet ve sermayenin kentsel mekânı kontrol etmesi üzerinden sürdürdüğünü/sürdüreceğini anlatıyordu. Yunan kentlerinde agora etrafında örgütlenen ve pazaryerinin kent merkezine girişini engelleyen politik kentin zaman içerisinde Avrupa kökenli pazaryeri etrafında örgütlenen kente yenik düştüğünü aktarıyor, kent hakkını yeniden politik kente dönüşle de ilişkilendirerek kentsel mekânı belirleyen güç ilişkilerini yeniden yapılandırarak kontrolün devlet ve sermayeden kent insanına geçişi olarak tarif ediyordu. Kentsel karar mekanizmalarının yeniden yapılanması ile bütün kent yaşayanları kentsel siyaset içerisinde yerini alacak ve yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olacaklardı. Lefebvre, kent hakkını gündelik hayatla da ilişkilendirerek, anların ve yerlerin eksiksiz kullanımını sağlamak üzere kentsel yaşama, yenilenmiş bir merkeziliğe, karşılaşma ve değiş tokuş mekânlarına, yaşam ritimleri ve zaman kullanımlarına erişim ve bunları yaşayanların isteğine göre değiştirme hakkı olarak açıklıyordu. Kentlerde yaşayan ve çeşitli farklılıklar barındıran bütün insanları ama özellikle tehdit altındaki grupları hedeflemesi de demokrasinin çoğunluğun diktasına dönüşme potansiyelinin önüne geçme gayretiydi.
Lefebvre’in bu görüşleri 1970’ler boyunca tartışıldı, çeşitli eleştiriler aldı ama hiçbir zaman gündemden düşmedi. Özellikle 2000’li yıllar Lefebvre’in kentlerin kontrolü üzerinden süren tam kentleşme hipotezinin küreselleşmenin de devreye girmesiyle hızlandığı yıllar oldu. Türkiye de örnek aldığı batı ülkelerinin %90’ların üzerine çıkmış kentleşme oranlarına doğru hızla ve çokça sağlıksız ve dengesiz bir şekilde koşuyor. İstanbul bu sürecin hep baş tacı oldu ve 1990’lardan başlayarak ama 2000’lerde olgunlaşarak kentsel arazi üzerinden kapitalizmi yeniden üreten tam kapitalist bir kent haline geldi. Metropoliten projeler, yenileme ve dönüşüm projeleri, büyük altyapı yatırımları derken nihayet İstanbul’da gerçekleşmekte olan kapitalist kentin en büyük açılımı sayabileceğimiz üçüncü köprü projesi kararı alındı ve Ulaştırma Bakanının tabiriyle düğmeye basıldı! İstanbul’da kentleşmenin yönü bir kez daha sermaye ve siyaset ikilisi tarafından belirlendi. Bu kez bir önemli farkla; mesleki ve teknik bir gözle incelendiğinde bu proje İstanbul’un geleceğini yok sayan/eden öncekilerle kıyaslanamayacak kadar yıkıcı bir proje!

Kent Hakkı Kavramı Üzerinden Birlikte Muhalefet

Diğer yandan, süreç içerisinde dünyada, Türkiye’de ve İstanbul’da bu kapitalist sürece karşı çıkışlar da gelişti ve kent yeniden politik bir alan olarak tanımlanmaya başlandı. Politik kentin giderek kendine geldiği ve devletin ve sermayenin kontrolüne karşı çıkışların güçlendiği yıllarla birlikte kent hakkı kavramı da yeniden tartışılır oldu. David Harvey’in [2008] bu bağlamdaki son makalesi yerel siyasetin geleceği açısından yeni açılımlar sağlıyor. Harvey’e göre kent ve kentleşme süreçleri artı değer kullanımının ana kanallarından birisi haline gelmişse, kent hakkı, bu artı değerin kullanımı üzerinde demokratik bir yönetim kurmak anlamına gelir. Kent hakkı, kentsel kaynaklara erişime yönelik bireysel özgürlüklerin çok ötesinde kenti değiştirmek suretiyle kendimizi değiştirme / kendi geleceğimizi belirleme hakkıdır. Harvey, bu hakkın bireysel değil ortak bir hak olduğunun altını çizer ve en kıymetli ama en çok ihmal edilen insan hakkı olduğunu ilan eder.
Bu kuramsal çerçeveden düşünüldüğünde kent hakkını elde ederek yanıtlayabileceğimiz çok sayıda soru olduğu ortaya çıkar: Nasıl bir kent istiyoruz? Bu kentin içerisinde nasıl bir yaşam biçimini ve ne tür sosyal bağları tercih ediyoruz? Doğa-kent-insan ilişkisi nasıl kurulmalıdır? Hangi teknolojiler ve hangi estetik kente hâkim olmalıdır?
Çevremizde olagelene müdahalesizliğimiz düşünüldüğünde çok da keyifli değil mi bu soruların yanıtlarında karar verici konumda olmak ve olageleni kontrol edebilmek… Kent hakkına sahip olsak ve İstanbul’un yaşayanları olarak doğru bir bilgilendirme sürecinden geçsek, bize faydası çok sınırlı olmasına rağmen çokça kaynağa mal olacak ve belirli grupların kapattığı araziler üzerinden yeniden zenginleşmelerini sağlayacak üçüncü köprüye onay verir miydik?
Harvey’e göre kent hakkı bugün küçük bir siyasal ve ekonomik elit grubun elindedir ve geri kazanılması gerekir. Bu geri kazanma sürecinde kent hakkı kavramı üzerinden birlikte muhalefet olasılığını tartışır. Kentleşme süreçlerinde artı değer üretimi ve kullanımı üzerine odaklanan ve bunun kimler tarafından yönetileceğini sorgulayan kent hakkı kavramını, geniş bir toplumsal hareketin inşası için kent hakkının demokratikleşmesini sağlamak, kentsel mekânı almak ve yeniden üretmek, kamusal alanları yeniden kazanmak / korumak üzere çalışan bir slogan ve politik bir ideal olarak tanımlar .

Yeniden Agora, Yeniden Politik Kent

Bu kentin bir geleceği olsun istiyorsak; bu kentin geleceğini kendi kontrolümüzde tutmak istiyorsak, istemimiz ve ihtiyaçlarımız dışında alınan kararların cebimizden çıkan vergilerle uygulanmasıyla çeşitli spekülatif kazançlara neden olmasını istemiyorsak, bir araya gelme zamanıdır. Kent hakkını çeşitli vesilelerle dile getirip peşi sıra çalışmalar yürüten kentsel muhalefetin içinde yer alan formel ve enformel grupların bu aşamada birbirini beğenmeme lüksü yoktur; panellerde tartışarak çözülebilecek bir sorun/rant değildir söz konusu olan. İnsanları harekete geçirmek, çok büyük agoralar oluşturmak ve oluşturduğumuz agoralarda kitlesel politik eylemler gerçekleştirmek zorundayız. Kenti, piyasanın ve hâkim ideolojinin totaliterliğinden kurtarmak ve politik kenti yeniden ve daha güçlü kurmak zamandır…

KAYNAKÇA
Harvey, D. (2008) “The Right to the City”, New Left Review, 53.
Lefebvre H. (1968) Le droit à la ville. Anthopos, Paris.
Yalçıntan, M. C. (2005) Globalisation, politics and planning decisions: A case study of Koc University in Istanbul, PhD Thesis, London School of Economics, London, UK.

* Yeni Mimar Dergisinde yayınlanmıştır.